Tüm yabancıların ülkeden çıkartılması hedeflenmiştir. 1899 yılı Kasım ayında başlamış 7 Eylül 1901’de sona ermiştir. Ayaklanma ve ayaklanmanın önlenmesi sırasında binlerce isyancı ve yabancı hayatını kaybetmiştir.
1894-1895 tarihleri arasında Çin ve Japonya arasında Kore’nin egemenliği yüzünden savaş meydana gelmişti. Bu savaşın ardından ağır bir yenilgiye uğrayan Çin, Japonya ile Shimonoseki Barışı imzalamak zorunda kaldı.
Shimonoseki Barışı’na göre Çin, Japonya’ya ağır ödünler vermek zorunda kalmıştı. Yapılan bu barıştan en çok Ruslar tedirgin olmuştu. Japonların elde ettiği kazanımlar, Rusya’nın Çin tasarılarını önleyecek nitelikteydi.
Bunun içindir ki, Japonya’nın Çin’e kabul ettirmek istediği anlaşma ortaya çıkınca, Rusya Japonya’nın kazanımlarını engellemek istedi. Bunu diplomasi kanalı ile gerçekleştirmek istedi. Bunda da tek başına hareket etmeye cesaret edemedi.
Bu sebeple, Nisan 1895 başında Almanya, Fransa ve İngiltere’ye müracat ederek, Japonlara karşı ortak hareket edilmesini teklif etti. Rusya’nın ortak hareket etme teklifini Fransa ve Almanya kabul ederken, İngiltere Rusya’yı destek vermedi.
Rusya, Almanya ve Fransa, 23 Nisan 1895’te Japonya’ya verdikleri nota ile Liao-tung Yarımadası’nın geri verilmesini istediler. Japonya, bu üç devlet karşısında tek başına kalınca çekilmeyi kabul etmek zorunda kaldı.
Böylelikle Çin Avrupalıların araya girmesi ile kaybetmiş olduğu bölgeyi geri kazanmış oluyordu.
Boxer Ayaklanması, Çin’i sömürge duruma getiren Avrupalılara Çin halkının gösterdiği tepkiden dolayı meydana gelmiştir. Bu tepkiler iki şekilde ortaya çıkmıştır:
Avrupalılar Japonya’yı Asya kıtasından uzaklaştırmakla Çin üzerindeki Japon tehditini ortadan kaldırmış oluyorlardı. Görünüşte Çin’e büyük hizmette bulunmuşlardır. Fakat bu hizmetin bedelini çok ağır şekilde ödeteceklerdir.
Her bir devlet Çin’den, kendi menfaatleri için çeşitli tavizler koparmak için adeta yarışa giriştiler ki, buna “Tavizler Muharebesi” adı verilmiştir.
Çin’den “ödünler kapma” yarışında Rusya, İngiltere ve Fransa Çin’in ekonomik açıdan önemli bölgelerini işgal ettiler ve Çin’i parçaladılar.
Shimonoseki Antlaşmasına gereğince, Çin’in Japonya’ya 400 milyon frank tazminat ödemesi gerekiyordu. Fakat Çin’in bu parayı ödeme gücü bulunmuyordu. Onun için Rus bankalarından borç aldı ve bu borcu Rus hükümeti garanti etti.
Fakat Rusya yapmış olduğu yardımın karşılığını almakta gecikmedi. 22 Mayıs 1896’da, Çin ile Rusya arasında gizli bir ittifak antlaşması imzalandı. Bu ittifak Japonya’ya karşı yapılmıştı. Japonya’nın taraflardan birinin topraklarına saldırması durumunda karşılıklı yardım sözü veriliyordu.
Savaş durumunda Ruslar Çin limanlarını kullanılabilecekti. Aynı zamanda Rusya buralarda her türlü kolaylıktan faydalanabilecekti. Rusya’nın bu yardımlarına karşılık, Çin’de Trans-Siberyen demiryolunun Mançurya’dan geçmesini onaylıyordu.
Bu projenin kredisi için bir Çin-Rus Bankası da kuruldu. Bu ayrıcalık Doğu Çin Demiryolları adını alan bir Rus şirketine veriliyordu. Çin, hattın geçeceği toprakları bedelsiz olarak bu şirkete veriyordu. Demiryolunun geçtiği yerlerde, yeraltı ve yerüstü doğal kaynakları ve madenlerin işletme hakkı da yine bu şirkete ait oluyordu.
Ayrıca, hattın geçtiği bölgelerde, güvenlik de Rus polisi tarafından sağlanacaktı. İmtiyaz süresi, demiryolunun tamamlanmasından itibaren 80 yıl olarak kabul edildi. Bu sürenin sonunda demiryolları bedelsiz olarak Çin hükümetine bırakılacaktı.
Rusya’dan sonra Almanya da fırsattan yararlanmak istedi. Almanya’da Çin’e vermiş olduğu desteğin bedeli almakta gecikmedi. Almanya, özellikle İngiltere’yi ürkütmemek için, İngiltere’den uzak durmaya çalışıyordu.
Bu nedenle aradığı bölgeyi Shandong Yarımadası’nda buldu. Bölgeyi işgal etmek için bir neden bulması gereken Almanya, bu bahaneyi de bulmakta gecikmedi.
Katolik Alman misyonerlerin öldürülmesi üzerine Almanya bu bölgeyi işgal etti. Ardından da Çin hükümetine baskı yaparak 6 Mart 1899’da anlaşma imzaladı. Bu anlaşma ile Almanya 99 yıl süre ile Kiaochow’u kiralıyordu. Ayrıca, Kiaochow’un 50 kilometrelik çevresi de Alman yönetimine bırakılıyordu.
Rusya ve Almanya’dan sonra, Çin’i sömürme yarışına Fransa’da katıldı. Fransa, özellikle Hindiçin’e önem veriyordu. O da Çin ile ilk önce, 20 Haziran 1895’te bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma Yukarı Mekong bölgesinin büyük bölümünü Fransa’ya veriyordu.
20 Haziran 1897’de de, yapılan ikinci bir anlaşma ile Çin’in güney eyaletleri Fransız ticaretine açılıyordu. Ayrıca, Fransızlar demiryolu yapma imtiyazını da alıyordu. Demiryolu güvenliği Fransızlar tarafından sağlanmakla birlikte, bu görev için yerli askerler kullanılacaktı.
Rusya, Almanya ve Fransa’nın Çin’den kazanmış oldukları ayrıcalıklar, İngiltere’yi endişeye sevk etti. İngiltere, 1896’da Fransa ile Siyam Antlaşmalarını yaparak, Asya’da Fransa’nın ilerlemesini engellemiş bulunuyordu.
Fakat Fransa şimdi de Güney Çin’de etki alanını arttırarak kuzeye doğru ilerliyordu. Bunun yanında Rusya ve Almanya’da, Çin’in diğer bölgelerine yerleşmeye başlamışlardı. İngiltere ise Yantg-tze ile kollarının meydana getirdiği geniş bir bölgeyi etki alanı olarak belirlemiş bulunuyordu. Bu bölgeye yapılabilecek bir hareketten endişe duyuyordu.
İngiltere’yi en fazla endişelendiren olay da, Rusya’nın Port Arthur limanına yerleşmesi oldu. Çünkü bu yarımada Pekin’e çok yakın olduğu gibi, Rusya aynı zamanda sıcak denizlerde bir üsse sahip oluyordu.
İngiltere, 1897’de Çin hükümetine müracat ederek 400 milyon franklık bir borç karşılığında, Rusya’nın buraya yerleşmesini önlemek istediyse de, bu amacına ulaşamadı. Rusya’nın Port Arthur’u kiralaması üzerine, Çin ile bir anlaşma yapmak zorunda kaldı.
İngiltere Çin’in bütün nehirlerinde vapur işletebilecekti. Çin, Yantg-tze bölgesinde, kimseye imtiyaz vermeyecekti. Çin, İngiltere’ye Posta Genel Müfettişliği görevini de verecekti.
Avrupa devletlerinin Çini bu şekilde paylaşmalarına, Çin’in parçalanması adı verilir. Çin’in parçalanması projesi üç önemli sonuca neden olmuştur. Bunlar şu şekildedir:
Çin’in Avrupa’nın yoğun sömürgesine kalarak parçalanması Çin halkı üzerinde kısa zamanda yoğun bir tepkiye neden olmuştu. Bu tepkilerin ilk yansıması da kendini reform hareketleri olarak gösterdi.
Esasında, Japonya karşısında alınan mağlubiyetten sonra, Çin aydınları arasında reform düşüncesi kuvvetlenmeye başlamıştı. Bu kişilerin içinde en dikkat çeken kişi Dr. Sun Yatsen’di. Dr. Sun, 1895 yılında Canton’da bir ayaklanmaya giriştiyse de başaramadı ve Çin’den kaçmak zorunda kaldı.
Dr. Sun’dan sonra reformcuların liderliği, K’ang Yu-we’e geçti. K’ang, Dr. Sun gibi ihtilalci olmayıp meşruti monarşi kurulmasını ve reformların da yavaş yavaş yapılmasını savunuyordu.
Fakat reformcuların egemenliği kısa sürdü. Başta İmparatoriçe olmak üzere birçok muhafazakar ve bağnaz asker bu yenileşme hareketine karşı çıktılar. İmparatoriçe Tz’u Hsi, bu kişilere el altından desteklemekteydi.
İmparator Kwang bu durumu öğrendiğinden, bir darbe ile Tz’u Hsi’den kurtulmak için plan yaptıysa da, Kwang başarılı olamadı ve kaçmak zorunda kaldı.
Çin yeniden yabancı düşmanlığı ile ünlü olan İmparatoriçenin yönetimine girmiş bulunuyordu. Çin’de artık yabancıların adı “yabancı şeytanlar” olarak biliniyordu.
Çin’in parçalanması Çinlileri yabancı düşmanlığına sürüklemekle birlikte, bir diğer gerçek de yabancı misyonerlerin davranışlarıydı. Misyonerler Çin’in her tarafına yayılıp Çinlileri Hristiyanlaştırmanın yanı sıra, yerel makamları ile de çatışma içinde bulunuyorlardı.
Yerel makamların kendilerine protokol kurallarını uygulamalarını istemişler, Hristiyanlığı seçmiş Çinlilerin arasındaki davalara da bakmaya başlamışlardır.
Özet olarak Hristiyan misyonerlerin devlet içinde devlet gibi hareket etmeleri, Çinliler gibi devlet yetkililerini de çileden çıkarmıştır. Boxer Ayaklanması da bu nedenlerle ortaya çıkmıştır.
Çin’de o dönemde yabancı düşmanlığı üzerine kurulmuş olan birçok örgüt ve dernek bulunmaktadır. Kurulmuş olan dernekler şunlardır:
Bu derneklerin içinde en ünlüsü ve 1900 ayaklanmasını çıkaran dernek “Haklı Yumruklar” olup Avrupalılar bunlara Boksörler veya Yumrukçular adını vermiştir.
Çin’de yaşanan bu gelişmeler nedeni ile Boxerler, Mayıs 1900’de Pekin’de yabancılara saldırıya geçtiler. Pekin’de yabancılar aleyhine duvarlara afişler asılmış, Pekin-Hankow trenine saldırı düzenlenmiştir.
Alman elçisi 20 Haziran’da, öldürülmüş, bütün elçilikler yabancıların kuşatması altında kalmıştır. Yabancı elçiliklere yapılan saldırılar günden güne artmaya devam etmiş, Pekin’in bir süreliğine dış dünya ile irtibatı kesilmiştir.
Pekin’deki saldırılar kısa süre içinde Çin’in diğer şehirlerine de sıçramıştır. Bu isyan karşısında yabancı devletler Çin’e askeri müdahaleye karar verdiler. Almanya’nın öncülüğünde uluslararası bir kuvvet meydana getirildi.
Oluşturulan uluslararası ordu önce Tientsin’i işgal etti ardından da Pekin üzerine yürüyüp burada ayaklanmayı önledi. Yabancı kuvvetlerin Pekin’e girmesi üzerine, Çin hükümeti ve İmparatoriçe Pekin’den kaçarak başka eyaletlere sığındılar.
Pekin’i terketmek durumunda kalan Çin hükümeti Avrupalılar ile 7 Eylül 1901 tarihinde bir protokol imzalamak durumunda kaldı. Bu protokol sonucunda şu kararlar alındı:
Bu protokolle Çin, Avrupalılar tarafından parçalanmasına karşılık gösterdiği tepkiyi oldukça pahalı ödedi.
Boxer Ayaklanması’nın önemli sonuçlarından biri de, Amerika Dışişleri Bakanı Hay’ın 1900 Temmuz’unda devletlere gönderdiği notalarla, Çin’in toprak bütünlüğünün korunmasının da Açık Kapı İlkesi kapsamına alınmasıdır.
Çin’in Avrupa ile ilk tanışması, 13. yüzyılda Marco Polo’nun bu ülkeye gelmesi ile başlamıştır. Fakat bu temas ve ilişkilerin devamı gelmemiştir.
1775 senesinde yabancılarla olan ilişkiler yasaklanıncaya kadar, Çin İmparatorluğu’nun temas noktası Kanton Limanı ile Macao Adası’dır.
Marco Polo’dan sonra Çin ile temas kuran Avrupa ülkesi Portekiz olmuş ve bu temas 1516’da gerçekleşmiştir. Daha sonra Çin kıyılarına sırasıyla gelen Avrupalı ticaret gemileri şunlardır:
Avrupa ile kurulan ticari ilişkilerin ardından Hristiyan misyonerler Çin’e akın etmeye başlamışlardır. Mançu Hanedanı 1757’de yayınladığı bir bildiri ile, Avrupa ile temasın sadece Kanton şehri üzerinden olacağını ilan etmiştir.
Bunun dışında kalan Çin topraklarından bütün yabancılar ülke dışına çıkarılmıştır. Çin’in Avrupa ile ilişki kurmaktan kaçınmasının sebepleri şunlardır:
Kanton, Çin’in batıya açılan tek penceresi olmasına rağmen, Avrupalılar Çin ile hiçbir temasta bulunamıyordu. Çin-Avrupa ticari ilişkilerini, “İmparatorun Tüccarı” olarak bilinen kişiler düzenliyorlardı. Bu kişiler Çinli tüccarların mallarını Avrupalı tüccarlara satıyorlardı.
Daha sonra bu sistem, “güvenlik tüccarları adını alan bir sisteme dönüştürüldü. Bu sistem 1842 yılına kadar devam edecekti. Yabancılarla Kanton’da yapılan ticaretin tekeli bu örgüte ait buluyordu.
Bundan dolayı yabancılara satılan çay, ipek gibi Çin ürünlerinin fiyatlarını bu örgüt tespit ediyordu. Bu da Avrupalı tüccarların sık sık şikayetçi olmalarına neden oluyordu.
İngiltere Çin ile ticaretini Kanton üzerinden yapmaya çalışıyorlardı. Fakat bu ticaret noktası Doğu Hindistan Şirketi’nin elinde bulunuyordu. 1715’te herhangi bir İngiliz tüccarının Çin ile ekonomik ilişkisi bu şirketin iznini gerektiriyordu.
18. yüzyılın içinde İngiliz sanayi ve gemiciliği gelişime içindeydi. Bu durum İngiltere’nin dünyanın uzak bölgeleri ile kolay ilişki kurmasına neden olmuştu. Bu yüzden Çin ile en çok ilgilenen ülke de İngiltere olmuştur.
Batılı ülkelerin Çin ile bu kadar yakından ilgilenmesine karşılık, Çin hükümetinin yaklaşımı çok farklıydı. Avrupalıların Çin ile ticarete önem vermeleri Çinliler de farklı bir şekilde yorumlanıyordu. Çinlilere göre, Avrupalılar Çin’in ürünlerine muhtaçtılar ve Çin’e göre kendilerinin Avrupalılara ihtiyacı yoktu.
İngiltere hükümeti bu şekilde düşünmüyordu. İngiltere hükümeti 1883 yılında, Çin ile ticaretini bir aracı olmadan doğrudan gerçekleştirmek istiyordu. Bu nedenle ticaret tekelini Doğu Hindistan Şirketi’nden aldı. Bunun da nedeni şuydu:
Bu nedenle, Çin ile resmi ilişki kurulabilirse daha geniş ticaret imkanı elde edilebileceği düşünüldü. Bunun içinde Çin ile diplomatik ilişki kurmak gerekiyordu. Fakat İngiltere’nin Çin’e elçi göndermek için yapmış olduğu çabalar 1839 yılına kadar sonuçsuz kalacaktı.
İngiltere’nin tüm girişim ve çalışmalarına rağmen Çin’in almış takındığı olumsuz durum, İngiltere’yi rahatsız etmişti. Bu durum İngiltere’yi Çin’e karşı zor kullanma yoluna yöneltti. 1839 senesinde ortaya çıkan “afyon sorunu” İngilizlere gerekli bahaneyi sağladı.
İngilizlerin Çin’e sattıkları önemli bir ürün Hindistan’da üretilen afyondu. İngiltere afyon ticaretinden çok önemli gelir elde etmekteydi.
1832 senesinde Çin’e satılan afyonun değeri yaklaşık 15 milyon dolar değerindeydi. Bu sebeple, Çin hükümeti 1729 ve 1800 yıllarında, afyon kullanımını, halk sağlığı bakımından yasaklamıştı. Ayrıca 1800 yılındaki emirle afyonun ithali de yasaklanmıştı.
1839 yılında Çin hükümetinin kararlı adım atması sonucu, Kanton limanındaki afyonlara el konularak yakıldı. İngiltere bunu “ticaret özgürlüğüne” bir saldırı olarak değerlendirdi ve savaş ilan etti. (1841-1842 Afyon Savaşı).
İngiliz donanması bazı Çin limanlarını topa tutmuş ve işgal etti. Yapılan savaşın ardından tarafların arasında Nanking Antlaşması imzalandı.
Çin’in Kanton limanında aldığı önlemler, afyon ticaretinin, kaçak yollarla Çin’in diğer kısımlarında yayılmasına neden oldu. Afyon kaçakçılığına Çinli tüccar da aktif şekilde katıldı, çünkü bundan iyi para kazanıyorlardı.
Bu durum karşısında Çin hükümeti afyon ithalini 1829’da bir kere daha yasaklamak zorunda kaldı. Ardından Kanton limanındaki gemilerin, depolarındaki afyonların teslim edilmesini istedi.
Limandaki bütün yabancı gemiler bu isteğe uydular. Fakat İngiltere, afyon kaçakçılığının merkezini Hong-Kong’a taşırken, Çin’e afyonu Amerikan gemileri ile sokmaya çalıştı.
Çin hükümeti 1839’da çıkardığı bir kararda, afyon kaçakçılığı için ölüm cezası getirdiğini açıkladı. Bu konuda ülkede çok sıkı önlemler aldı. Bu durum ise, İngiliz ticareti için sıkıntılar meydana getirdi. Çin’in almış olduğu önlemler, İngiltere’nin bu ülke ile olan ticaretinin azalmasına neden oldu.
Çin yönetiminin aldığı bu önlemler, İngiliz ve yabancı tüccarlar ile Çin yetkilileri arasında olayların çıkmasına neden oldu. Bu durum sonucunda da İngiltere ile Çin arasındaki ilişkiler gerginleşti.
Afyon kaçakçılığı nedeni ile Çin’in almış olduğu sert tedbirler, İngiltere’ye aramış olduğu fırsatı vermişti. Bu sebeple İngiltere 1839 Ekim ayında Çin’e askeri müdahalede bulunmaya karar verdi. Afyon Savaşı olarak bilinen İngiltere-Çin Savaşı böylelikle başlamış oldu.
İngiltere 1840 Mart ayında Çin karasularına donanma ve asker gönderdi ve Yang-Tze Nehri girişinde askeri harekata başladı.
Afyon Savaşı yaklaşık bir buçuk sene devam etmiştir. 1842 tarihinde İngilizler Shanghai’ye ve 1842’de Nanking’e girdiler. Bunun üzerine Çin barış yapmak istedi ve 29 Ağustos 1842’de Nanking Antlaşması imzalandı. Buna göre:
Bu antlaşmanın ardından Çin’in bağımsızlığı hızla yarı bağımsız bir şekile dönüştü. Nanking Antlaşması, Çin’in Yakın Çağ tarihinde, Avrupalılar tarafından sömürülmesinde bir yoğunluk dönemi başlamıştır.
İngilizlerin araladığı kapıdan, Fransa, Almanya, Birleşik Amerika ve Rusya geçerek Çin’den ayrıcalıklar elde etmişlerdir.
Çin, Avrupa devletlerinin sömürge hareketleri karşısında, bu devletler karşısında denge politikası uygulamaya çalışarak kendisini korumaya çalışmıştır. Fakat her geçen gün biraz daha bataklığa saplanmaktan kurtulamamıştır.
Zira menfaatleri tehlikeye düştüğü zaman, birbirleriyle rakip durumunda olan Avrupa devletleri, anında işbirliğine gitmekten kaçınmamışlardır.
1915 senesinde Türk Milleti adına tarihe geçecek olan Çanakkale Savaşı öncesinde, müttefik devletlerin Gelibolu’ya gelmeleri ve saldırıya geçme sebepleri nelerdi?
Tarihte 1914 sonbaharında kendiliğinden başlayan siper savaşı daha önce görülmüş bir şey değildi. Sorunu ilk anda görebilmiş olan Savaş Bakanı Kitchener buna bir çözüm olmadığını itiraf ediyordu. İtilaf ve İttifak devletlerinin paralel siper ve tahkimatları Atlantik Okyanusu’ndan Alpler’e kadar uzanmıştı. Her iki blok da kesin bir şekilde birbirlerinin yollarını kesmiş bulunuyorlardı.
Almanların İsviçre’den Manş Denizi’ne kadar neredeyse elde edilemez yüksek mevzileri tahkim ettiği Batı Cephesi’nde İngiliz ve Fransız orduları hareketsiz durumda kalmıştı. Bir açmazla karşı karşıya kalan İngiliz Savaş Kabinesi Aralık 1914’ün son haftasında, başka yerlerde açılması yarar getirebilecek cepheler üzerinde bir tartışma içinde bulunuyordu.
Kitchener’in batı cephesindeki bu açmazdan kurtulacak bir yol gösterememesi ülkenin sivil liderlerini kendi planlarını geliştirmeye yöneltti. Askerlerin düşüncesi düşmana en kuvvetli, politikacıların ise en zayıf olduğu noktadan saldırmaktı.
Maurice Hankey 28 Aralık tarihinde, “Almanya’ya en etkili ve dünya barışı açısından en kalıcı sorunlar verecek darbenin belki müttefikleri, özellikle de Türkiye üzerinden verilebileceğini” görüşünü ortaya atmıştır.
Maurice Hankey’in önerisine göre İngiltere Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’yı yanına alarak üç İngiliz kolordusunu Çanakkale’ye gönderecekti. Bunun sonucunda İstanbul işgal edilecek ve Almanya’nın iki müttefiki Osmanlı ve Avusturya yenilgiye uğratılacaktı.
Bulgaristan’ın Yunanistan ve Romanya ile anlaşmasına dair politik sorunun üstesinden gelinmesi gerekecekti. Ancak bu da İtilaf Devletleri’nin sefere katılmaları ve elde edilecek zaferlerden üç devlete de pay verileceği garantisiyle sağlanabilirdi.
Türklerin ve Rusların Sarıkamış’taki savaşı yılbaşına doğru kilitlenmişti. Harekat alanındaki en üst rütbeli Rus subayı olan beceriksiz Mışlayevski başarılı bir kuşatmayla karşı karşıya kaldığı düşüncesi ile telaşa kapılmıştı.
Bu da Rus başkomutanlık karargâhı Ştavka’da yanlış bir durum değerlendirmesine yol açtı. Rus ordularının başkomutanı Grandük Nikolay 30 Aralık 1914’te, İngiliz askeri ateşesi John Williams’ı Ştavka’da bir toplantıya çağırdı.
Tiflis’ten gelen raporlara göre Türklerin 100.000 kişilik bir ordu topladıklarını ve bütün cephelerde ilerlediklerini, bu nedenle de Tiflis komutanlığının çekilme kararı aldığını açıkladı.
İngiliz ateşesine Rusya’da sivil halkın moralindeki kırılganlığı hatırlatılarak, Rusya’nın Türkiye karşısında uğrayacağı yenilgi sonucunda savaştan çekilmek durumunda olduğu uyarısında bulunuldu.
Bununla birlikte, Türklerin moralindeki yükselişin hızlı bir şekilde tersine çevrilebileceğini, çünkü Kafkasya’daki Türk zaferlerinin bir sıkıştırmayla geniş çapta telafi edilebilecek bir çok yerin bulunduğu belirtildi.
Grandük Nikolay Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir İngiliz şaşırtma hamlesini pek de incelikli sayılmayacak bir yaklaşımla isterken, aslında kolay açılacağını düşündüğü bir kapıyı” zorlamaktaydı.
Türkiye’ye karşı bir donanma güç gösterisinin işe yarayıp yaramayacağını direkt soran Tümgeneral Sir John Hanbury-Williamssonradan belirttiğine göre Rus muhatabı “mutlulukla bu düşünceye balıklama atladı.”
Sir John Hanbury-Williams’dan Sazonov’la ve İngiliz elçisi George Buchanan’lagörüşmek üzere, Ştavka’daki diplomasi bürosunun müdürü Kudaşev’in eşliğinde şahsen Petrograd’a giderek işleri hızlandırmasını istedi.
George Buchanan 1915 senesinde Sir Edward Grey’e bir telgraf göndererek Rusya’nın Kafkasya Cephesi’nde bulunduğu zor durumu hafifletmek için İngiltere’nin girişimde bulunmasını istedi.
Grey’in bu talebi ilettiği Kitchener ve Churchill, İngiltere’nin nasıl yardımcı olabileceğini görüşmek için 2 Ocak 1915 günü bir araya geldi.
Churchill Mısır’dan Çanakkale Boğazı’na bir baskın olasılığını gündeme getirdi. Kitchener bunun geçerli bir olasılık olmasına karşın, buna ayıracak birlikleri olmadığı belirtti.
Kitchener aynı gün Fransa’daki İngiliz Sefer Kuvveti’nin komutanı John French’e, Osmanlı cephesine birlik kaydırmanın mümkün olup olmadığını sordu. Ondan “boşta” birlik bulunmadığını öğrenince, Churchill’e, buna ayıracak birliklerinin bulunmadığını vurguladı.
Sonuçta, Kitchener muhatabı Grandük’e, Türklere karşı bir güç gösterisi için adım atılacağını bildirirken, bunun nereden ve nasıl bir şekilde olacağını belirtmekten özenle kaçındı. Mesajın sonuna böyle bir harekatın istenen etkiyi sağlayacağına inanmadığını da ekledi.
1915 yılının başında Lord Kitchener aniden fikir değiştirerek İngiltere’nin Çanakkale’ye saldırmasını önerdi. Rus komutanlığı kendisinden o bölgede bir oyalama saldırısına girmesini istemişti ve bu kabul edilmediği takdirde Rusların savaş dışında kalmasından korkuyordu.
Ruslar savaşın dışında kalacak olması, Almanların bütün güçlerini batı cephesinde toplamaları anlamına geliyordu. Bu durum İngiliz ve Fransızlar açısından felaket demek olurdu.
Ancak Kitchener saldırıyı donanmanın yapması, kendisinin asker vermeyeceği konularında ısrar ediyordu. İngiliz kabinesinin sivil makamları kilitlenmiş durumdaki batı cephesi stratejisinden kaçma fırsatına dört elle sarıldılar.
Enver Paşa’nın Kafkaslardaki saldırısı Rusların bu isteğinde ve Kitchener’in fikir değişikliğinde etkili olmuştu. Rusya’nın yardım isteği 1915 Ocak ayında Osmanlı güçlerinin yenilgiye uğratılmasından önce yapılmıştı.
Mantıken, Osmanlı askerleri mücadeleyi kaybedince Ruslar İstanbul üzerine oyalama hareketine gerek olmadığını bildirmeli veya Kitchener’ın bunu kendisi görmeliydi. Ne var ki, İngiliz liderler ocak ve şubat ayları boyunca Rusya’ya artık var olmayan bir Türk tehdidinden kurtarmak için İstanbul’a nasıl saldıracaklarını düşündüler.
Böylece Churchill ve Kitchener’in, İngiltere ve Ortadoğu’nun kaderini değiştircek Çanakkale seferi başlamış oldu.
Grandük Nikolay’ın Ocak 1915 başlarında, Rusya’nın bir Çanakkale Boğazı harekatına katılmasının tek yolu, Vladivostok’tan bir Sibirya kolordusunun gemilerle Pasifik ve Atlas okyanusları üzerinden Akdeniz’e gönderilmesine bağlıydı.
Bundan daha da önemlisi, Guido von Usedom’un deniz savunma uzmanlarının aylarca devam eden çalışmaları sonra, Çanakkale Boğazı artık Osmanlı İmparatorluğu’nun en dayanaklı kesimiydi.
Boğazlar’daki sahil bataryaları üzerindeki en son istihbaratı inceleyen Ruslar, Temmuz 1914’te İstanbul Boğazı’na yapılacak olan saldırıyı bu nedenle iptal etmişlerdi.
İngilizlerin savaş döneminde Osmanlılara yönelik istihbaratı Rusya’nınki kadar sağlam olsaydı, Kitchener ve Churchill aynı bilgileri elde edebilirlerdi. 1914 Ağustos ayında saldırıya açık Çanakkale Boğazı savunma hatları Ocak 1915 itibariyle sağlamdı.
İngilizlerin bilmedikleri konu, Usedom’un Çanakkale’nin güneyine 335 mm’lik ağır toplar yerleştirmiş olmasıydı. Yeni yerleştirilen bu toplar gizlilikle kamufle edilirken, düşman ateşini yanıltmak için başka noktalara da sahte bataryalar eklenmişti.
Her şeyden önemlisi, Usedom çalışma ahlakına ve öğrenme hırsına hayran kaldığı Türk sahil topçularına Alman tarzı sessiz disiplin ve güven kültürünü vermeyi başarmıştı.
Dolayısıyla ilginç gibi görünse bile, İngiliz Denizcilik Bakanlığı’nın planlarını uygulamaya giriştiği Ocak 1915’te Usedom’un Çanakkale Boğazı sahil bataryalarındaki çalışmaları hakkında çok az şey bildiği ileri sürülebilir.
Churchill kendisine bağlı Savaş Grubuyla 3 Ocak 1915’te Deniz Kuvvetleri Bakanlığı’nda toplanıp Rusya’yı savaşta tutmanın önemi hakkında bir toplantı gerçekleştirdi. Tamamen donanmanın yapacağı Çanakkale seferinin mümkün olup olamayacağını çalışmalarını istedi.
Yapılan değerlendirmelerin sonucunda sadece eski ve gözden çıkarılabilecek savaş gemilerinin kullanılması konusu masaya yatırıldı.
Toplantı dağıtıldıktan sonra Churchill, Çanakkale dışındaki İngiliz Filo Komutanı Carden’e bir telgraf göndermiştir. Churchill, Çanakkaleyi, sadece gemilerle geçmenin imkanı olup olmadığını kendisine sormuştur.
Amiral Carden şaşırtıcı bir yanıtla Çanakkale’nin bir tek saldırı ile ele geçirilemeyeceğini ve harekatı çok sayıda gemiyle genişletmek durumunda kalabileceklerini bildirmişti. Carden aylardır Çanakkale’de bulunuyor ve bölgeyi oldukça iyi tanıyordu, bu görüşü ağır bastı.
Churchill’in o gün öğleden sonra Savaş Konseyi’nin bir toplantısında bu düşünceyi kendine saklayarak sadece Carden’ın telgrafını okuması yoğun ilgi uyandırdı.
Deniz Bakanlığı’na döndüğü zaman kıdemli kurmay subayların görüşünü sordu ve bu fikirden yana olduklarını görünce, Carden’dan konuya açıklık istedi.
Kitchener ile Churchill’in Çanakkale Seferi hakkında ki görüşmelerinden haberi olan Birinci Deniz Lordu Fisher kendi önerisi ile ortaya çıkıyordu. Lord Fisher , 19 Ocak’ta Çanakkale’ye bir donanma göndermenin yanlış olacağı izlemine kapılmıştı.
Ancak bu düşüncesinin temelini bir türlü dile getirmeyi beceremediğinden dolayı Churchill’in fikrini değiştirmeyi başaramamıştı. Bundan dolayı Lord Fisher kendi çılgın planıyla devreye girdi.
Fisher, Fransa’daki İngiliz Sefer Kuvvet Kuvveti’nden bütün Hintli askerleri ve 75.000 İngiliz askerini almayı ve Çanakkale Boğazı’nın güneyinde, Beşike Koyuna çıkarma yapmayı savundu.
Aynı zamanda Mısır’dan yola çıkan birlikler Hayfa’ya yöneliyormuş gibi görünerek İskenderun’a çıkarma yapacak ve oradan “trenle ulaşılabilen petrol yatakları” na geçecekti.
Bu arada Yunan ordusu Gelibolu Yarımadası’na çıkarma yapacak, Bulgarlar İstanbul’a doğru ilerleyecek, Ruslar, Sırplar ve Rumenler de Avusturya’ya yüklenecekti. Son olarak, elden çıkarılması düşünülen eski zıhlılar Çanakkale Boğazı’nı zorlayacak ve İstanbul’u bombardımana tutacaktı.
Çanakkale harekatının diğer bir desteği, yani Osmanlı Avrupasına eşzamanlı bir Yunan saldırısı diplomatik güçlüklere uğramıştı. Fisher’in Çanakkale Boğazı’nı zorlamaya yönelik ilk düşüncesinde, en az 100.000 Yunan askerinin katılımı sözkonusuydu.
Venizelos daha Kasım 1914’te Çanakkale Boğazı’nı hedef alacak bir İngiliz harekatında işbirliği yapmayı istediğini belirtmişti. Buna karşı, Yunanistan’ın henüz savaşın içinde olmadığı için sıkı bir pazarlığa girmişti.
Sırbistan’ın geleceğinden emin olmadığı ve ayrıca Bulgar tarafından endişe duyduğu için Gelibolu’ya asker gönderme riskine girmeden önce, Selanik’e İngiliz ve Fransız takviyelerinin çıkarılması isteğini Londra’ya iletti.
Ama İngiltere Yunanistan’ın bu şartlarını kabul etmiş dahi olsaydı bile, daha büyük bir engel hala ortada olacaktı. Rus Dışişleri Bakanı Sazonov Yunan askerinin harekata katılmasını kesin bir şekilde veto etmişti. Rusların görmek istediği son şey, başka bir devletin İstanbul’a yaklaşmasıydı.
Carden dört aşamadan oluşan Çanakkale Deniz Seferi planına ilişkin tasarısını 11 Ocak 1915’te Savaş Konseyi’ne sunmuştu. Amiral Carden planı özet olarak şöyleydi:
Churchill’in zaman kaybetmeden Savaş Konseyi üyelerine dağıttığı metin çoğunluk tarafından onay gördü. Tek bir konuda değişiklik yapılması önerildi. Tabyaları bombalamada, Türk toplarının menzilinin dışından ateş açabilecek yeni dretnot Queen Elizabeth’i kullanmak.
Yapımı yeni tamamlanmış olan bu gemi o sırada ateş denemeleri için Akdeniz’de bulunuyordu. Savaş Konseyi Churchill’in teklifini 13 Ocak’taki toplantısında oybirliği ile kabul ederek, şu kararı aldı:
Çanakkale Boğazı’na yönelik deniz harekatı girişimi konusunda 20 Ocak’a kadar mutabakat sağlanmış gibi gözüküyordu. Oysa bir muhalif vardı ve o da Lord Fisher’dı. Birinci Deniz Lordu, çıkarmayı kapsamayan deniz harekatının istenen sonucu sağlayacağına inanmamıştı.
Daha önce sessizliğini korumasına rağmen kuşkularını belli etti ve elindeki tek imkanla plana karşı koydu. Queen Elizabeth olmadan başarılı olunamayacağı inancıyla, bu geminin harekattan çekilemesini talep etti.
Churchill Çanakkale harekatının tek bir geminin varlığına bağlı olmadığını bildirdi ve sonunda Asquith araya girerek kendisinden yana duruş sergiledi. Fisher istifa tehdidinde bulunduysa da görevini hatırlatan Kitchener tarafından yerinde kalmaya ikna edildi.
Çanakkale Harekatı için belirlenmiş gemiler, Yunan hükümetinin gösterdiği Limni Adası’ndaki Mondros’un geniş limanında 15 Şubat’a doğru toplandı. İhtiyaç duyulması halinde Kraliyet Deniz Tümeni’nin çıkarma birliklerine personel sağlayacak iki deniz piyade taburu da onlara katıldı.
Harekata yardımcı olacak ya da en azından tabyaların imha edilmesinden sonra gemileri takip edecek bir askeri kuvvet gönderilmesinin gereği belirtildi. Bu isteğe Kitchener onay vermiş ve ertesi gün Savaş Konseyi’nde 29. Tümen’in, ayrıca gerek olursa Mısır’dan kuvvetlerin en kısa sürede Mondros’a gönderilmesi kararlaştırıldı.
İngiltere, Rusya’nın Sibirya Kolordusunun ve Yunan ordusunun planlanmış harekata katılımını sağlayamamıştı. 20 Ocak’ta Rusya’dan, Çanakkale Boğazı’na yönelik İtilaf harekatına hem savaş gemileri hem de kara birlikleri ile katılması istenmişti.
Tasarının temeli Çanakkale Boğazı’nın dış tabyalarının yıkılması ile birlikte “Rusların İstanbul Boğazı’na yönelik bir amfibi saldırısına geçmesiydi.
28 Ocak’ta, Churchill savaş gemilerinin geçişi bir şekilde başarması durumunda bile, sahiller Türklerin elinde bulunduğu sürece, bu kanalı ticaret gemilerine açamayacağını belirtmişti. Konsey’in toplantısında Kitchener düşüncesini değiştirdiğini ve 29. Tümen’in gönderilmesine onay vermeyeceğini bildirdi.
Churchill’in bütün itirazlarına rağmen Kitchener fikrini değiştirmedi ve sadece tek taviz olarak, ancak “Avusturya Kolordusu” nun (ANZAK) filoya yardım için sevk edilebileceğini belirtti. Churchill’in bir kez daha başvurduğu başbakan, protesto için istifaya kalkışabileceği endişesi ile Kitchener’ın kararını iptal etmeye cesaret edemedi.
Çanakkale Savaşı bir çok bakımdan Dünya tarihinde dönüm noktası olmuştur. Türk savunmasının başarılı olması olması Müttefiklerin tasarısını imkansız duruma getirmiştir.
Kuşatma altında bulunan Rusya herkesten önce savaştan çekilmek zorunda kalmış bunun sonunda da Çarlık rejimi devrilmişti.
Rusya’da iktidara gelen Bolşevikler, Rusya’yı Avrupa topluluğundan ayırıp onun karşısında yer almıştır.
1919-1922 yılları boyunca yapmış olduğumuz Milli Mücadelede, Rusya’da Çarlık rejimi iktidarda kalıp mücadeleye devam kararı almış olsaydı, Türk ulusu ve Mustafa Kemal Atatürk çok daha zor bir mücadelenin içinde kalabilirdi.
Çanakkale’de silah ve mühimmat bakımından zayıf durumda olan Türk ordusu, modern silahlarla donanmış olan İngiliz ve Fransız ordularını başarılı savunma ile geri itmesi, batı dünyasına karşı “artık dur” işareti olmuştur.
Türk milleti, 1912 tarihinden itibaren savaş halinde olduğu için yorgun, bitkin ve kaynakları tükenmiş bir durumdaydı. Buna rağmen Mondros Mütarekesi’ni izleyen günlerde “varlığını sürdürmek için gerekli olan iradeye hala sahipti”.
Bundan dolayı Milli kurtuluş çalışmaları, daha çok kendiliğinden, çeteler kurma biçimde ortaya çıktı. Bu düşünce ilk olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Dünya Savaşı’na sokmuş olan İttihatçılarda ortaya çıkmış, hatta biraz da işlenmişti.
Bundan ötürü bazı vatanseverler, içinde bulunulan durumdan kurtulmak için “Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri” kuruyor, bazıları da, Osmanlı İmparatorluğu bölündüğü takdirde, kendi bölgelerinde bağımsız yaşamak imkanlarını elde etmeyi düşünüyorlardı.
Bu kuruluşların en önemlilerinden biri de önce “Trakya Paşaeli Müdafaa-i Hukuk cemiyeti” adı altında kurulmuştu. Daha sonra bu cemiyet “Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Heyet-i Osmaniyesi” adını almış olan örgüttü.
1918 yılı Ağustos ve Eylül aylarında, Bulgar cephesinin çökmesi, Osmanlı devlet adamlarını ve Türk kamuoyunu endişeye düşürmeye başlamıştı.
Eylül 1918 sonlarında, Talat Paşa, Vali Zekeriya Zihni Beyle görüşüp Edirnelileri, Trakya’nın geleceği konusunda endişe verici şekilde konuşmuş ve halk teşkilatı kurulmasını tavsiye etmişti.
Bunun dışında İstanbul’da, savaş dönemince Enver Paşa’ya bağlı bulunan Teşkilatı Mahsusa’yı idare edenler, Batı Trakyalılara, bölgelerinin geleceğiyle yakından ilgilenecek bir cemiyet kurulması fikrini aşılıyorlardı.
Bu şartlar altında, İstanbul’da bulunan Edirneliler arasında, 2 Kasım 1918 günü, İstanbul’da Küçük Kınacıyan Hanındaki büroda bir toplantı gerçekleştirilerek Trakya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulması kararlaştırıldı.
Şeref Bey’in teklifi üzerine cemiyete Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti denilmesi uygun bulundu. Bu toplantı sonucunda, Trakya Paşaeli Cemiyeti, resmen olmasa bile, fiilen kurulmuş oldu.
Bu cemiyet, daha sonra, Trakya-Paşaeli Müdafaa Heyeti Osmaniyesi adı altında, Edirne’de, bildirgesini vilayete vermiş ve çalışmalarına hemen başlamıştır.
Cemiyetin resmi bir şekilde kuruluş günü hakkında net bir belge bulunamamıştır. Bununla beraber, cemiyetin 7-30 Kasım 1918 günleri arasında kurularak çalışmalarına başladığını gösteren belgeler mevcuttur.
Edirne Vekili Faik Bey, anılarında, cemiyetin Mondros Mütarekesi’nin Osmanlı Meclisi’nde tartışıldığı günden sekiz gün sonra, Edirne’de resmen kurulduğunu kaydetmiştir. Faik Bey’e göre Trakya Paşaeli Cemiyeti 7 Kasım 1918’de kurulmuştur.
Diğer taraftan, 21 Kasım 1918’de Edirne’de, İl Göçmen Müdürlüğü Muhasebecisi olarak göreve çalışmaya başlayan Şefik Bicioğlu’nun düşüncesine göre, cemiyet 30 Kasım veyahut 1 Aralık 1918’de kuruluş belgesini Edirne Valiliğine vermiştir.
Trakya Paşaeli Cemiyeti’nin kuruluşuna ait basında yer alan haberler, 1 Aralık 1918 günü İstanbul gazetelerinde yayımlanmıştır. Bu kaynaklara göre, Trakya Paşaeli Cemiyeti’nin, 1918 Kasım ayı içinde ve yüksek ihtimalle 30 Kasım 1918’de Edirne’de kurulduğunu kabul etmek gerekir.
Cemiyetin Beyannamesinden de anlaşıldığına göre, cemiyetin yasal kurucuları arasında şu kişiler bulunmaktadır:
Kurucular, cemiyetin ilk merkez heyetini oluşturmuşlardır. Cemiyetin ilk başkanı İskeçeli Mestan Efendi olmuştur.
Derneğin kurulması için Edirne’deki ilk toplantıya, bildiride imzası olan sekiz kişinin dışında şu kişilerde katılmıştır:
Bir kaç ay sonra, bu göreve, cemiyetin yabancılarla ilişkisini kolaylaştırmak düşüncesiyle, Dedeağaç konsolosu Şükrü Bey getirilmiştir.
Cemiyetin amacı, Balkan Savaşı’ndan önceki Edirne vilayeti ile sancaklarını kapsayan Trakya’nın ırk, kültür, ekonomi ve tarih bakımından Türklere ait olduğunu ispat etmek olarak açıklanmıştır.
Derneğin beyannamesinin ilk bölümünden de anlaşıldığına göre, cemiyet, Trakya’nın bir Türk memleketi olduğunu belirtmiştir.
20. yüzyılın kaderine egemen olan milletlere bu durumu belgelerle anlatmak ve bu şekilde Türklerin haklarını savunmak üzere kurulduğunu açıklamıştır.
Trakya Paşaeli Cemiyeti’nin amaçları ile bunlara ulaşmak için kullanılacak araçların tesbitinde Osmanlı Dışişleri müsteşarı Reşat Hikmet Bey’in tavsiyelerine uyduğu görülmektedir.
Trakyalılar ve onlarla beraber ateşkes döneminde Wilson Prensipleri’nin tesiri altında bulunan Türk kamuoyu, tarihi belgelere dayanan yayınlarla Trakya bölgesi üzerindeki haklarının kabul edileceğine inanmışlardır.
Cemiyetin gerçekleştirmek istediği en önemli amaç halkının yüzde seksen beşi Türk olan Batı Trakya’nın Doğu Trakya ile birleştirilmesi olmuştur. Bu amaç da “Trakya Birliği” şeklinde belirtilmişti.
Edirne Mebusu Faik Bey, barış konferansında, Doğu ve Batı Trakya’nın Bulgaristan’a verilmesi için çalışmalar yapıldığını Reşat Hikmet Bey’den öğrenmiştir.
Bunu sağlamak, Bulgarlar lehine belge toplamak ve gerektiğinde kuvvete başvurmak üzere, Rila Manastırı baş rahipliği başkanlığı altında, Trakya Komitesi adlı bir cemiyet kurulacağı öğrenilmiştir. Bunun üzerine Edirneliler de, örgütlenme yoluna başvurmuşlardır.
Trakya’nın bir bütün olduğunu, Trakya’nın Türk olduğunu ispat ederek, Bulgarların bu yöndeki çalışmalarına karşı koymak amacıyla Trakya Paşaeli Cemiyeti’ni kurmuşlardır.
Mondros Mütarekesi’nin ardından ülkenin bir çok bölgesi haksız şekilde işgal edilirken, Doğu Trakya’ya, ilk olarak bir Fransız alayı gelerek Uzunköprü- Sirkeci demiryolunu ele geçirmişti. Bu demiryolunun işletmesini de Fransızlar üstlenmiştir.
Bir zaman sonra, Trakya’ya, Yunan askerinin geleceğinin haberi duyulmuş, çok geçmeden de Fransızlar, Trakya demiryolunu Yunanlılara bırakmışlardı. İstanbul Hükümeti yaşanan bu olumsuz gelişmelere karşısında bir direniş gösterememişti.
Bu gelişmelerle, Doğu Trakya’nın, mütareke karşısında karşılaştığı gerçek tehlikenin, işgalci Yunan hırs ve emelleri olduğu anlaşılmıştı.
Osmanlı devleti gibi onunla mağlup sayılan Bulgaristan’ın, o zaman Trakya için bir tehlike olarak görülmemesi gerektiğide ortaya çıkmıştı.
Yunanlılar Doğu ve Batı Trakya’ya ele geçirmeye çalıştıklarından, cemiyet, bütün mücadelesini Yunanlılara karşı verecekti.
Osmanlı makamları Trakya konusunda bir girişimde bulunmamıştı. Aksine “tren hattının” Yunanlılar tarafından işgalinin geçici olduğunu kabul edilmiş ve bütün problemlerin Paris Barış Konferansı’nda çözüleceğine inanılmıştı.
Ancak cemiyet, konuyu bu kadar rahatlık içinde incelemediği için 22 Ocak 1919’da İstanbul’da toplanarak bazı kararlar aldı.
Alınan kararlar da “Trakya parçalamaz bir bütündür, Trakya’nın gerçek sahipleri halkının yüzde yetmiş beşinden fazlasını oluşturan Türklerdir” denildi. Şüphe edilirse Wilson prensiplerine göre halkoyu da yapılabilir denildi.
Varılan kararlar arasında Yunan askerlerinin Trakya’dan uzaklaştırılması isteği de vardı. Toplantı sonunda heyet, alınan kararların gerçekleşmesi konusunda bazı girişimlerde bulundu.
Hükümete ve İngilizlere başvurdu. Ayrıca bu istekleri, barış konferansında duyurmak üzere Paris’e gidecek bir heyet seçildi.
Fakat bütün gayretlerden bir sonuç alınamamıştı. Çünkü Osmanlı devlet adamlarından bazıları, Trakya’nın silahla savunulmasını, bazıları da Trakya’nın bağımsızlığının ilan edilmesini tavsiye etmişlerdi.
Yunanlıların uzaklaştırılması için İngiltere elçiliğine yapılan girişime elçilik tarafından Yunan kuvveti, İtilaf ordularını temsilen Trakya’da bulunuyor. Bu konuda endişe duyulacak bir husus yoktur şeklinde cevap verildi.
İstanbul’un, Avrupa kıtasında iç bölgesi ve devamı olan Trakya’nın korunmasını amaçlayan bu cemiyetin kurulması sadece Trakya’da değil, Türk halkı arasında da sevinçle karşılanmıştır.
Balkan savaşından itibaren, Türk milleti, Trakya davasının bir ölüm kalım savaşı olduğunu anlamışlardı. Bundan dolayı cemiyet, Trakya’da teşkilatlanma çalışmalarını gerçekleştirirken Edirne’de Trakya adından gazete çıkarmaya başlamıştır.
İstanbul’un vatansever Türk gazeteleri de, örgütün fikirlerine ve hazırladığı belgelere geniş ölçüde yer vererek, Trakya davasının tanınmasına yardımcı olmuşlardır.
1920 senesinde iç ve dış saldırılarda bunalmış olan Büyük Millet Meclisi üyeleri, emperyalist devletlere karşı mücadele veren Bolşevik ordularının kazandığı başarılardan oldukça etkilenmişti.
Türkiye’yi yok etmeye çalışan emperyalist devletlere karşı mücadelede tek yardımcılarının Bolşevikler olabileceğine inanmıştı.
Bolşevikliği kabul ederek güçlü bir Yeşil Ordu kurmuş olan Rusya’daki Müslüman-Türklerin söz ve davranışları bu kanıyı sağlamlaştırmıştı.
Bunun yanında 1920 yazında Ankara’da kurulup, 9 Mayıs 1921’de İstiklal Mahkemesi’nin Yeşil Orducular hakkındaki kararına kadar çalışmalarına devam eden yurt içinde Yeşil Ordu Cemiyeti adında bir kuruluş da bulunmaktadır.
Lenin, 1917’de, Bolşeviklerin iktidara gelmeleri için ayaklanmaları gerektiğini açıklamış, Petrograd’daki işçiler ve askerler de ayaklanmıştı.
Çarlık polisi ortadan kalkmış, onların yerine silahlı işçiler geçmiş, bu işçilere dayanan ve fakat liberal karakterli olan Kerenski Hükümeti iktidara gelmişti.
Bu sırada yurt dışında olan Lenin, Rusya’ya dönerek partisinin başına geçmiş ve Kerenski Hükümeti’ni devirme emri vermişti.
24 Ekim’de başlayan ayaklanma 25 Ekim’de başarılı olmuş, Kerenski kaçmış, iktidar Bolşeviklerin eline geçmişti.
Fakat Rusya’da ekonomik durum oldukça kötüydü. Orduyu beslemek mümkün gözükmüyordu. Askerler de savaşmaktan yorulmuşlardı.
Bu nedenle, Bolşevikler iktidarı ele geçirir geçirmez bütün devletlere barış teklifinde bulundular.
Rus ordusunun morali bozulmuştu, askerler barış anlaşmalarını beklemeden bağlı bulundukları birliklerinden ayrılıyor, evlerine dönüyorlardı.
Lenin, bütün sorumluluğu kendi üzerine alarak 1918 başında Brest-Litovsk Antlaşması’nı imzalamıştı.
Fakat, Rusya’nın kendi başına anlaşmalar imzalamasına itiraz eden İtilaf Devletleri, bu duruma itiraz ederek ona karşı oldular.
İngilizler, Fransızlar ve Japonların destekledikleri eski çarlık dönemi subayları, Kızıl Ordu’ya karşı, doğuda Amiral Kolçak’ın ve güneyde General Denikin’in liderliğinde Beyaz Ordu’yu kurdular.
Mart 1919’da Moskova’da yapılan toplantı sonucunda üçüncü kez III. Enternasyonal kurulmuştu. Bir taraftan dünya emekçilerinin ayaklanmasına çaba harcanırken, diğer yandan da Beyaz Ordu ile mücadele veriliyordu.
Bu arada da Bolşevikliğin bütün Rusya halkı tarafından benimsenmesine çalışılıyordu.
Nitekim, Bolşevikleri başarıya ulaştıran da bu son çabaları oldu. Rusya’daki Türk-Müslüman halklar Bolşevikliği kabullenip Bolşevik Yeşil Ordu’yu kurarak Amiral Kolçak ve General Denikin’in ordusunu arkadan vurunca Bolşeviklerin zaferleri ardı ardına gelmeye başladı.
Rusya’dan gelen haberlerde, emperyalistlere karşı yapılan mücadelelerde, Rusya’daki Müslüman Türklerin kurdukları, yeşil bayraklı, yetmiş bin kişilik Bolşevik Yeşil Ordu’nun başarılarına büyük yer veriliyordu.
Bu haberler Türkiye’deki milli mücadeleciler üzerinde büyük etki yapmış ve bu ordunun Türkiye’ye de gelerek milli mücadeleye destek vermesi beklenmeye başlamıştı.
Hatta, bu ordunun Türkiye’ye getirilmesi çabalarında geç kalınıldığı yönünde hükümeti eleştirenler bulunuyordu.
Ankara’da karamsarlığın arttığı bir dönemde Yeşil Ordu’nun gelmekte olduğu ve öncü müfrezesinin Ankara’ya ulaştığı haberi duyuldu.
Gerçekten de Ankara’ya küçük bir müfreze geliyor, Yeşil Ordu Müfrezesi olarak ifade ediliyor ve yeşil bayrak taşıyordu.
Rusya’daki Yeşil Ordu’nun Türkiye’ye geleceği söylentilerinin herkesi umutlandıracak bir şekilde yayıldığı ama böyle bir ordunun gelmediği dönemde, Kazım Karabekir Paşa, Erzurum’da oluşturduğu kır kişilik bir müfrezeyi Ankara’ya doğru yola çıkardı.
Yola çıkan bu birlik hemen Ankara’ya gitmeyecek, bir çok bölgeyi dolaşacaktı. Uğramış olduğu yerlerde Yeşil Ordu’nun gelmekte olduğu haberini yayacak ve kendisini Yeşil Ordu’nun öncüsü olarak gösterecekti.
Müfreze bu yolculuğu sırasında denk geldiği Yenihan Müfrezesi ile Yenihan, Zile, Tokat bölgelerindeki ayaklanmaların önlenmesine katılmıştı.
Ardından iki ay süreyle civar bölgelerde dolaşıp Yeşil Ordu’nun gelmekte olduğu haberini verdikten sonra Ankara’ya doğru yönelmişti. 1 Ağustos 1920’de Ankara halkı, sevinç gösterileri içinde Yeşil Ordu Müfrezesi’ni karşıladı.
Milli Mücadele tarihimizde “Yeşil Ordu” deyiminin yeri sadece bu efsane ordudan ibaret değildir. Bolşevizme dayanan bir de “Yeşil Ordu Cemiyeti” bulunmaktadır.
Milli Mücadele döneminde içinde bulunulan dönem içinde ortaya çıkan siyasi ortam, bazı oluşumları da beraberinde getirmiştir.
Bu oluşumlar içinde vatanın kurtuluşu ile ilgili farklı görüşlere sahip bir takım siyasi gruplar da düşüncelerini açıklama fırsatı yakalamışlardır.
O dönemdeki siyasi ortamda “Yeşil Ordu Cemiyeti” nin kuruluşu, amaçları, ilkeleri ve çalışmalarıyla faaliyetle bulunduğu dönem içinde önemli bir yere sahip olmuştur.
Cemiyet’in Ankara’da düzenli ordu birliklerine geçilmediği bir dönemde 1920 yılı içinde kurulduğu bilinmektedir.
Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal Paşa’nın uygun bulması sonucunda kurulan bir cemiyet olarak kendini göstermiştir.
Bolşeviklerle ve özellikle Enver Paşa ile ilgili, Rusya’dan Anadolu’ya gelecek yardım kuvvetlerine verilen Yeşil Ordu adının ülke içinde efsaneleşen etkilerini ortadan kaldırılması düşünülmüştür.
Milli Mücadelenin en zor dönemlerinde önemli görülen Yeşil Ordu adı, Ankara’da daha düzenli ordu kurulmadan önce ortaya çıkan bir teşkilat olmakla birlikte özellikle İttihatçılar tarafından propaganda aracı olarak kullanılmaktaydı.
İttihatçılar bu cemiyetin Mustafa Kemal Paşa’nın onayı ile kurulduğunu açıklayarak çalışmalarını gittikleri yerlerde Mustafa Kemal’in adını kullanarak genişletiyorlardı.
Celal Bayar, 1985 tarihinde, Tekin Erer, Abdullah Uraz ve Fethi Tevetoğlu’nun kendilerini ziyaret ettikleri sırada sorulan bir soru üzerine, Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine de bu kuruluşa girmesini ima ettiği halde kendisini gücendirmeden bu cemiyetin dışında kaldığını şu şekilde açıklamıştır:
Rusya’dan Türkiye’ye girmek isteyen Yeşil Ordu’nun ve Bakü’de kurulmuş olan Türkiye Komünist Partisi’nin Anadolu’da faaliyet göstermelerini önlemek gerekiyordu.
Atatürk, Meclis içindeki komünizan kaynaşmaları dikkatle izliyordu. Kendilerine Yeşil Ordu adı verilen cemiyetin başında Hakkı Behiç bulunuyordu. Terbiyeli, kültürlü bir insandı. Özellikle Osmanlı tarihi ve Yeniçeriler üzerinde geniş bilgi sahibiydi. Fransızca diline gerçekten hakim bir arkadaşımızdı. Çok okur ve dünya siyasetini yakından izlerdi. Komünizm düşüncelere saflıkla inanmıştı. Israrla bu fikirlerin savunuculuğunu yapardı. Kendisi dostum olduğu gibi, cemiyetine girenler arasında da bazı yakın arkadaşlarım vardı. Taşhan karşısında, zamanında veterinerlerin kullandıkları bir binada toplanırlardı. Ara sıra kendilerini ziyaret ederdim. Fakat asla onların cemiyetine girmedim. Celal Bayar
Bunun için Mustafa Kemal Paşa’nın bir “tedbir” olur fikriyle Ankara’da kurulmalarına izin verdiği; hatta arkadaşlarını görevlendirerek kontrol altında tutmak istediği aynı isimdeki kuruluşun adı Yeşil Ordu Cemiyeti’dir.
Cemiyetin ileri gelen üyelerinden biri ve Mustafa Kemal Paşa’yı temsil eder durumda olan Vekillerden Yunus Nadi, Yeşil Ordu’nun Kızıl Ordu’ya benzetilerek Bolşeviklerden yardım alma amacıyla kurulduğunu ileri sürmektedir.
Yeşil Ordu deyimi Kızıl Ordu deyiminden esinlenmiştir. Bolşevikler Kızıl Ordu’yu kurmuş olduklarına göre Müslümanların kuracağı ordu da, yeşilin İslamiyeti’i simgelemesi nedeniyle, Yeşil Ordu olmalıydı.
Anadolu’nun en kara günlerinde, kimileri Rusya’dan ya da Kafkasya’dan gelecek bir Yeşil Ordu’nun Türkiye’yi kurtaracağı umudunu taşıyordu.
Atatürk’ün Nutuk’ta anlattığına göre, birçok insanın ve bu arada pek çok askerin devrimin ve savaşımın mantığından çok, padişahın ve halifenin sözlerine kulak asmaları karşısında, bilinçli insanları toplayacak ve bu arada bilinçli Kuvayı Milliye birlikleri oluşturacak bir örgüt gereksinimi duyulduğu için Yeşil Ordu kurulmuştu.
Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıralarında Yeşil Ordu Cemiyeti’nin kuruluşu ile ilgili olarak şunları belirtmektedir:
Kurucular, birbirini takip eden, kanlı ve tehlikeli durumlara neden olan iç karışıklıklar karşısında yeni anlayışa göre yetiştirilmemiş bir ordu ile iş görülemeyeceğini düşünmüşler, değişim amacını daha kolaylıkla kavrayabilecek bir örgüt kurmayı kararlaştırmışlardı. Kurulacak bu teşkilatla iç isyanlar önlenecekti. Ali Fuat Cebesoy (Milli Mücadele Hatıraları)
Yeşil Ordu Cemiyeti gizli olarak kurulmasına rağmen bu cemiyetin kuruluşu Atatürk’ün bilgisi dışında değildir. Bu cemiyet hakkındaki en doğru bilgiyi Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta şu şekilde açıklamaktadır:
TBMM’nin ve hükümetin kuruluşundan sonra Ankara’da “Yeşil Ordu” adı altında bir dernek kuruldu. Bu derneğin ilk kurucuları pek yakın ve bilinen arkadaşlardı. Kuruluş amacını açıklamak için, iç ayaklanmaları ve bu ayaklanmalara karşı gönderilen ordu birliklerinin ve ulusal birliklerin durumlarını hatırlamak gerekir (…) Yeşil Ordu örgütünün ilk kurucuları olan arkadaşlar, sadece bana yardım amacı ile ve beni ayrıca yormamak düşüncesiyle kendileri işe girişerek çalışmayı uygun görmüşler. Bana sadece yararlı bir iş yapacaklarını söyleyerek, kısaca girişimden söz açmışlardı. Ben, gerçekten çok işim olduğu için, arkadaşların bu girişimleriyle bir süre ilgilenmedim. Yeşil Ordu örgütü, bir bakıma gizli bir örgüt niteliğinde kurulmuş ve oldukça genişlemiş. Mustafa Kemal Atatürk (Nutuk)
Hükümete başvurulmadan, izinsiz ve yeminle, güvenilir üyeler almak şekliyle kurulan Yeşil Ordu’nun kurucu kadrosunda 14 Büyük Millet Meclisi üyesi bulunuyordu. Genel Merkez üyeleri şu isimlerden oluşmaktadır:
Yeşil Ordu’ya girmiş bu üyelerin yemin töreni, Şeyh Servet Efendi’nin aracılığıyla Hakkı Behiç Bey’in evinde yapılmıştır. Bu üyeler arasında en aktif olanlar Hakkı Behiç Bey, Yunus Nadi, Eyüp Sabri, Nazım ve Çerkes Reşit Beyler’dir.
Daha önce Karakol Cemiyeti gibi İttihatçı bir örgütü reddetmiş olan Mustafa Kemal Paşa’nın şimdi durumu o kadar zayıflamıştı ki buna benzer bir örgütlenmeyi kabul etmek ve bir ölçüde ona önayak olmak durumunda kalmıştı.
Yeşil Ordu Cemiyeti’nin içinde yer alan üyelerin büyük bir bölümünün İttihatçı oluşu cemiyetin belli bir amaç etrafında ortak hareket etmesini engellemiştir.
Bu nedenle, örgütün içinde yer alan bu kişilerden bazıları Mustafa Kemal’e yakınlıklarıyla bilinirken bazıları ise, İttihatçılara yakın olup muhalefet etmişlerdir.
Ali Fuat Cebesoy, Yeşil Ordu’nun iç isyanlara karşı bir teşkilat olarak kurulduğunu ancak bu amacının dışına çıktığını görerek Mustafa Kemal Paşa’yı uyardığını anlatmıştır.
Yine Cebesoy’a göre Yeşil Ordu’nun gizli siyasetini izleyenler, bir taraftan Türkiye’nin İslam Dünyası ile ortak hareket ettiklerini göstermek amacıyla dışarıya karşı kuvvetli bir izlenim sergilemeyi düşünmüşlerdir.
Yeşil Ordu Cemiyeti basılı tüzük ile görevli memurlarını her tarafa göndermişler ve bunların tamamının Mustafa Kemal Paşa’nın bilgisi dahilinde olduğunun belirtip üye sayısını hızlı bir şekilde arttırmışlardır.
Ali Fuat Cebesoy, iç isyanlara karşı teşkilat yapmaktan ibaret olan hedefini çoktan aşmış olan bu Yeşil Ordu Cemiyeti hakkında Mustafa Kemal Paşa’nın dikkatini çekmek istemiştir.
Üzerinden az bir zaman geçtikten sonra Mustafa Kemal Paşa, cemiyetin kendisinden gizlediği bir çok girişimi haber almış ve hemen dağılmasını istemişti.
Mustafa Kemal Paşa’nın bu isteğine karşılık cemiyetin TBMM içinde taraftarları kalmış, bazı yerlerdeki teşkilatı da çalışmalarına devam etmiştir. Hatta Çerkez Ethem Bey ve kardeşleri bu teşkilata girmiş ve cemiyete kuvvetli bir dayanak olmuştu.
Ankara’nın denetimi altında bulunan Yeşil Ordu’nun güvenilirliği, Çerkez Ethem’in Yozgat ayaklanmasını bastırmak için Ankara’da bulunduğu sırada cemiyete girmesi ile değişir.
Çerkez Ethem ve kardeşi Tevfik Bey’in Yeşil Ordu’ya girmesi ile Kuva-yı Seyyare ile Yeşil Ordu adeta bütünleşmiş olur. Böylelikle Ethem ve kardeşleri Yeşil Ordu’yu Mustafa Kemal Paşa’nın elinden almış olurlar.
O dönemin en gözde kişilerinden olan güçlü silahlı birliklere sahip olan Çerkez Ethem’e siyaset yolunu açan bu üyelik, Mustafa Kemal Paşa’yı oldukça rahatsız eder.
İç İsyanları bastırmakla milli mücadeleye bir çok hizmetleri olan Çerkez Ethem ve müfrezelerinin teşkilata katılması ile birlikte cemiyetle Ankara Hükümeti’nin arası bozulmuştur.
Adapazarı isyanının bastırılmasından sonra, kendisini yanıltanlar Çerkez Ethem’in Padişaha, Damat Ferit’e ve İngilizlere mektup yazmasını sağlamışlardır.
Bundan sonraki zamanlarda Çerkez Ethem’in bilinen ayaklanması ve ihaneti, Yeşil Ordu Cemiyeti’nin çalışmalarının hızlıca durdurulmasını ve tamamen kapatılmasını gerektirmiştir.
Çerkez Ethem’in Yeşil Ordu Cemiyeti’ne katılıp bu cemiyetin çalışmaları içinde olmasını Mustafa Kemal Paşa’yı oldukça rahatsız etmiştir.
Mustafa Kemal Paşa öncelikle cemiyetin kurucuları ile görüşerek durumun tehlikelerini anlatmış ve gizli olan bu örgütün kendisini feshetmesini istemiştir. Bu konuda Mustafa Kemal Paşa’nın açıklamarı şu şekildedir:
(…) Bilginize sunmuştum ki, her yerde Yeşil Ordu örgütünü, benim adıma kuruyorlardı. Kendisini tanıdığım kişilerden birinin, Erzurumlu Nazım Bey’in, görevli bulunduğu Malatya’dan gönderdiği bir mektupta, Yeşil Ordu örgütünün hoşlanabileceğim şekilde genişletilmesine çalışıldığı bildiriliyordu. Bu haberin verdiği uyanıklığı, bu gizli dernek üzerinde incelemelerde bulundum. Bu derneğin zararlı bir biçim ve nitelik aldığı inancına vardım. Hemen kapatılmasını düşündüm. Tanıdığım arkadaşları aydınlattım. Görüşümü söyledim, gereğini yaptılar. Ama genel yazman olan Hakkı Behiç Bey, derneğin kapatılması ile ilgili önerimin kabul edilemeyeceğini ve uygulanamayacağını söyledi. Mustafa Kemal Atatürk (Nutuk)
Çerkez Ethem’in bu cemiyete üyeliğinin büyük zararlar getireceğinin farkında olan Mustafa Kemal Paşa, o günkü şartlar altında en doğru hareketin bu cemiyetin hükümetçe kapatılması olduğuna karar verir.
Cemiyet resmen kapatılmış olmasına rağmen çalışmalarını sürdürmeye devam etmiştir. Bu durum cemiyetin kapatılmasında tam olarak başarılı olunmadığını göstermiştir. Cemiyetin faaliyet alanı, Ankara’dan Çerkez Ethem’in egemenliğindeki Eskişehir bölgesine kaymıştır.
Eskişehir’de çıkarttıkları Yeni Dünya gazetesi ile de, düşünce ve amaçlarını saldırıcı bir şekilde yayınlattırmışlardır.
Yeşil Ordu Cemiyeti, Milli Mücadele döneminde Sovyet Rusya’dan gelecek yardımları tehlikeye sokmamak için Mustafa Kemal Paşa’nın onayı ile kurulmuştur.
İlerleyen zamanlarda bu cemiyetin zararlı çalışmaları ortaya çıkınca kapatılmasına karar verilmiştir. Cemiyet kapatıldıktan sonra yerine Türkiye Komünist Fırkası kurulmuştur.
Ancak Yeşil Ordu Cemiyeti’nin birtakım üyeleri alınan bu karara uymayarak cemiyet ile ilişkilerini devam ettirmişlerdir.
Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’daki hareketin batı dünyası tarafından Bolşevik hareket olarak görülmesi endişesini ortadan kaldırmak için bu tarz hareketleri bastırma yolunu tercih etmiştir.
Bazı kaynaklarda bu derneğin kuruluş tarihi 4 Aralık 1919 olarak belirtilmişse de, doğru tarih, 4 Aralık 1918’dir.
Wilson İlkeleri’nin 12. maddesi gereğince bu cemiyeti kurma düşüncesi, Halide Edip Adıvar’a aittir. Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı sonunda, Almanya ve Avusturya-Macaristan ile birlikte, yenilen devletler arasında bulunuyordu.
Bu nedenle de Türkiye, 30 Ekim 1918’de, Mondros Mütarekesi’ni imzalamak zorunda kalmıştır. İmzalanan 25 maddelik bu antlaşma, Türkiye için savaşın durumunun bırakılması şeklinde bir anlaşma olmaktan çok uzaktı.
Mondros Ateşkesi, Türk Devleti aleyhine uzun yıllardır süren gizli antlaşmalar ve siyasi oyunlar düzenledikleri bir ölüm fermanının adeta ilanı gibiydi.
Osmanlı Devleti bu Ateşkes ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeye onay vermiştir. Sadece onay vermemiş, düşmanların ülkeyi işgali için onlara yardım da etmiştir. Bu Ateşkes, tamamen incelendiği zaman ülkenin tamamen işgal ve istila ile karşı karşıya kalacacağını o dönem açıklamıştım. Mustafa Kemal Paşa
Ateşkesin İstanbul’u ve Anadolu’yu karıştırdığı dönemde, aniden gösterişli isim ve programlarla ideal ve düşünceden yoksun çok sayıda dernek, parti ve gazeteler ortaya çıkmıştı.
Bu Mütareke sonucunun, işgal altındaki bazı İstanbul aydınlarında yarattığı “kendine güvenmeme duygusu”, onları bunalıma sürüklemiş, umutsuzluğa sevk etmiştir.
Bu kişiler, kurtuluşun sadece büyük devletleren birinin “Manda Yönetimi” altına girilmesi ile sağlanabileceğini düşünmüşlerdir. Türkiye’de Amerikan ve İngiliz mandası yandaşları bu yüzden ortaya çıkmıştır.
Wilson Prensipleri Cemiyeti, bu düşünce ve anlayış yoksunluğu içinde kurulmuş olan derneklerden birisidir.
1918 tarihinde kurulan Wilson Cemiyetleri’nin kurucusu Halide Edip Adıvar’dır. Dernek, çoğunluğu gazetecilerden oluşan bir aydın grubu tarafından kurulmuştur.
Kuruluş yeri ve merkezi İstanbul’da Vakit Gazetesi yönetiminin üst katında çalışmalarına başlamıştır. Kurucu lider sayılan Halide Edip Adıvar, dernek kurucularının isimlerini vermemiştir.
Halbuki İçişleri Bakanlığı’na verdikleri dilekçe ile 4 Aralık 1918’de kurulan dernek ilk olarak, 5 Aralık 1918 tarihinde ABD Başkanı Wilson’a göndermiştir.
Gönderilmiş olan bu muhtıranın altında imzası olan kişiler şunlardır:
Muhtırada imzası olan bu on iki kişinin Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kurucuları oldukları söylenebilir.
Bu imzaların çoğunun tanınmış gazete sahibi ve yazarlara ait olduğu görülmektedir. Gerçekten bunlardan bir bölümü, gazetelerinde, cemiyetin tüzük, yönetmelik ve programını yayınlamışlar, bunlar üzerine açıklamalar yaparak derneğin amacını ortaya koymuşlardır.
Halide Edip Adıvar tarafından kurulan Wilson Prensipleri Cemiyeti, kuruluşundan kısa bir zaman sonra kapanmış fakat etkisi kapanmasından sonra da devam etmiştir.
Milli Mücadele’nin başlangıç öncesinde İstanbul’da kurulan çoğunluğu gazeteci, profesör, doktor ve avukatlardan oluşan bir grubun, Amerika’dan yardım sağlamak amacıyla kurup hayata geçirdikleri bir dernektir.
Fakat, Wilson Prensipleri Cemiyeti, Milli Mücadele’nin tam bağımsızlık ilkesine ters düşen, kurtuluşun ancak Amerikan “Himaye” veya “Manda“sında bulan bir umutsuzluk olmaktan ileri gitmediğini; Türk kamuoyu ve Sivas Kongresi’ni “Manda” tartışmaları ile oyaladığı görülecektir.
Halide Edip Adıvar Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kuruluş amacı hakkında şunları belirtmektedir:
Osmanlı devlet adamları arasında, İngiltere’nin desteği elde edilirse, Osmanlılar hakkında uygulanmak istenen zararlı kararların önlenebileceğine inananlar vardı.
Türklerle İngilizler arasında “yüzyıllardan beri devam eden samimi dostluğun”, yeniden meydana gelmesini de isteyen bu kişiler, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni kurmuşlardı.
Öte yandan, en faydalı yola Amerika mandaterliğinin kabul edilmesi ile girilebileceğini öne sürenler, Wilson Birliği adındaki örgütü kurmuşlardı.
Bu oluşum büyük bir çalışma gösteriyor ve Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’dan “Türkiye’ye mali ve iktisat alanında yardım etmesini”, 25 yıl süre ile müşavirler göndermesini istiyordu.
Fakat ilerleyen zamanda Amerikan sempatisinin Ermeniler tarafında olduğu ortaya çıkınca bu dernek kurulduktan iki ay sonra faaliyetlerine son vermiştir.
İstanbul’da, Amerikan Mandası ile ilgili tartışmalar, halkı huzursuz bırakmasının dışında, Sivas Kongresi’ni toplamak üzere hazırlıklarını tamamlayan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını çok uğraştırmıştır.
Özellikle Kara Vasıf Bey’le olan yazışmalar Kongre’deki uzun verimsiz tartışmalara yol açmış Amerikan Mandası konusundaki görüşmeler, cemiyetin kapatılmasından sonra da devam etmiştir.
Fakat tarih göstermiştir ki, Mustafa Kemal Paşa, bu propagandaların etkisi altında kalmamıştır. Bu problemi beceri ile çözmesini ve karşısındakileri üzmeden, yanıda durmalarını başarmıştır.
Milli Mücadele’ye düşman kuruluşların en başında birisi olan cemiyet, genellikle İngiliz Muhipleri Cemiyeti veya İngiliz Dostları Derneği şeklinde ifade edilmektedir. Aslında tam ve doğru adı, Türkiye’de İngiliz Muhipleri Cemiyeti’dir.
Alemdar Gazetesi’nin 21 Mayıs 1919 tarihli sayısında, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurulmuş olduğu ve bir gün önce beyannamesini İçişleri Bakanlığı’na vermiş olduğu açıklanmıştır.
20 Mayıs 1919 Salı günü Sait Molla’nın öncülük ettiği İngiliz Muhipleri Cemiyeti kuruluş bildirisini İçişleri Bakanlığı’na vermiştir.
20 Mayıs 1919’da beyannamesini İçişleri Bakanlığı’na vererek kurulan bu cemiyet aslında, Tüklere karşı düşmanlık politikası güden ve Türkiye üzerindeki planlarını gerçekleştirmek için kurulan bir casusluk örgütüdür.
Milli Mücadele’yi hayal ve macera olarak gören kişilerle, Türklüğe ihanet eden bazı şahıslar, ülkenin ve milletin kurtuluşu konusunda olumsuz bir noktada birleşmişlerdir.
Bunlar, yurdun parçalanmadan korunmasının Milli Mücadele ile değil de, sadece büyük bir devletin koruması (manda) altına girmekle mümkün olacağına inanmışlardır.
Zayıf iradeli ve aldatılan kişilerin yabancılarla birlikte kurduğu ve Milli Mücadele’ye düşman olan kuruluş İngiliz Muhipleri Cemiyeti’dir.
Anadolu’da Mustafa Kemal’in başlattığı macera, başarısızlığa mahkumdur. Zira, milletin, özellikle bu savaşın galipleri olan büyük devletlerle uğraşacak maddi ve manevi gücü kalmamıştır. Aslında Padişahımız da böyle anlamsız direnme ve macera peşinde koşanların bu ülkeye zarar vereceklerini, ancak sessiz ve ılımlılık ile ülkeyi kurtaracak bir barışa varılabileceğini açıklamıştır. Bundan dolayı Padişahımızın gösterdiği yolda gitmek hepimize borç olmuştur. Said Molla
İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kuruluş amacını açıklayan Said Molla, cemiyetin sadece milli duyguları temsil etmeye çalıştığını ifade etmiştir. Buna göre cemiyetin açık amacı şu şekilde açıklanmıştır:
Dr. Rıza Nur anılarında, İngiliz Muhipleri Cemiyeti kurucularının amacını kısaca şöyle belirtmektedir:
İstanbul’dan Sait Molla İngiliz Muhipleri Cemiyeti adına İngiliz Papaz Frew ile birlikte Anadolu’da Milli Hareket adına bir ayaklanma meydana getirmek için çaba ve gayret içinde. Bunlar özellikle Hristiyanlara bir şey yaptırıp bütün dünyaya Milli Teşkilat’ın Hristiyanlara zulüm yaptığını yaymak, müdahale meydana getirmek amacı güdüyorlar. Dr. Rıza Nur
Milli Mücadele Yıllarındaki Cemiyetler, gizli olan ve olmayan olarak ikiye ayrılabileceği gibi, yararlı ve zararlı olanlar diye de ikiye ayrılabilir. Bunların bir bölümü, Milli Mücadele’yi oluşturan, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını destekleyen yararlı cemiyetlerdir.
Birtakım cemiyetlerde, Milli Mücadele’ye karşı durmuş, işgalcilerle birlikte hareket eden ve desteklenen, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına düşman olan zararlı cemiyetlerdir.
Milli Mücadele’ye düşman olan bu tarz cemiyetlerin en başında gelenlerinden biriside, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’dir.
25 Mayıs 1919 tarihli Alemdar Gazetesi’nde, İngiliz Muhipleri Cemiyeti Yönetim Kurulu’nun şu kimselerden kurulduğu ilan edilmektedir:
Dr. Selahaddin Tansel, cemiyetin üyeleri arasında bulunan Ömer Sami Coşar’dan almış olduğu şu listeyi vermektedir:
Cemiyeti ile ilgili en önemli belgeler, Sait Molla’nın “Üstad” dediği Papaz Frew’ya yazdığı ilki 11 Ekim 1919 – 5 Kasım 1919 tarihlerinde yazılmış olan oniki adet mektuptur.
Türkiye’de İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin yerli lideri Sait Molla tarafından, yabancı lideri İngiliz Rahip Frew’e yazılmış mektuplar, Molla’nın ihanetini ortaya koymuştur.
Milli Mücadele’nin lideri Atatürk’ün bu cemiyet üzerinde nasıl dikkatle durduğu Nutuk’ta ayrıntıları ile açıklanmıştır.
Sait Molla’nın gerçek kimliğini ortaya çıkaran yazılmış olan oniki mektup ile, Mustafa Kemal Paşa’nın Papaz Frew’ya yazdığı mektup, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin perde arkası çalışmalarını bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır.
Atatürk, Frew’u, cemiyetin gerçek lideri olarak değerlendirmiştir. İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin asıl faaliyetinin gizli amacının ulusçu akımı her türlü yoldan baltalamak olduğunu belirtiyor.
Sadrazam Damat Ferit Paşa ve onun hükümetlerinde önemli görevlere getirilen Ali Kemal, Adil Bey, Mustafa Sabri Efendi v.b Sait Molla’nın Papaz Frew ile yönettiği İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni desteklemişler ve Milli Mücadele hareketinin karşısında yer almışlardır.
Damat Ferit Paşa, Meşrutiyet’in ilanından sonra Ayan Meclisi’ne atandı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı muhalefetin yükseldiği 1911-1912 döneminde Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın kurucuları arasında bulundu.
Mondros Mütarekesi ve işgal dönemlerinde İngiliz yanlısı siyaseti benimseyerek, bütün teşkilatı ve basın organları ile ülke genelinde, İttihatçı olarak gördükleri Milli Mücadelecilere karşı yaygın bir yıkıcı propagandaya başlamışlardı.
İtilaf Devletleri ve özellikle İngilizler, kurmuş oldukları haber alma örgütü ve özellikle İngiliz Muhipleri Cemiyeti aracılığı ile büyük paralar da harcayarak, planlı çalışmalar göstermişlerdir.
Bu yıkıcı faaliyetlerle, halkı yanlarına çekmek; azınlıkların olumsuz tutumlarından da faydalanarak Anadolu’daki milli direnişe karşı gelmeye çalışmışlardır.
Sonuç olarak, sayıları az olmakla beraber, Anadolu’da görevli bulunan Milli Mücadele’ye inancı olmayan idareciler, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni desteklemekten geri durmamışlardı. Ankara Valisi Muhittin Paşa (Ulunay) bunlardan bir örnektir.
Sadrazam Ferit Paşa’nın yakın adamı olan Ankara Valisi Muhittin Paşa’da, İstanbul Hükümeti’ne inatla bağlanmış olduğundan işgal kuvvetleriyle işbirliği yapmış, adeta onların emri altına girmişti.
Bu durum karşısında, kendilerini korumak zorunda kalmış olan Ankaralılar gizli bir kuruluşla yabancıların ve azınlıkların kötülüklerine engel olmaya çalışıyorlardı.
Fakat Vali Muhittin Paşa, İngilizlerin baskısı ile Ankara’nın ileri gelenlerinden doksan üç kişiyi tutuklamıştı. Bir yandan da İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin gelişmesine çalışıyordu.
Vali Muhittin Paşa, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin gelişmesine yardım ederken, baskılardan yılmayan yurtsever Ankaralılar, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ne karşı Azm-ı Milli Cemiyeti’ni kurmuşlardır.
Kapatılan son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin birçok üyesi Anadolu’ya geçmiş ve TBMM’nin Ankara’da açılmasını sağlamıştır. Bunun sonucunda Milli Mücadele zaferle sonuçlanmıştır.
Osmanlı Mebusan Meclisi’nin önemli bir bölümüde, diğer Türk aydınları ile birlikte, İngiliz Muhipleri Cemiyeti yöneticilerinin ve işgal güçlerinin düzenledikleri tertipler sonucu, İngilizler tarafından tutuklanarak Malta Adası’na sürülmüştür.
Aralarında Hüseyin Rauf Orbay, Kara Vasıf, Kel Ali (Çetinkaya) ve Galatalı Şevket Bey gibi Anadolu’daki Milli Mücadele’ye ilk günden itibaren gönülden katılmış kişilerin bulunduğu 144 Malta sürgünü bulunmaktadır.
Malta’da tutuklu bulunan kişiler buradan kaçınca veya serbest bırakılınca hemen Anadolu’ya geçmişler ve Milli Mücadele’ye katılmışlardır.
İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin casusluk ve ihbarları ile hayatlarının iki yıldan uzun bir süresini tutuklu geçiren bu kişilerin çoğunun devlet ve düşünce adamı vatanseverler olduğu görülmektedir.
Çoğunluğunu vatansever Türk vekillerinin, asker ve yöneticilerinin oluşturduğu Malta Sürgünleri, İngiliz Muhipleri Cemiyeti ile Hürriyet ve İtilaf Partisi üyelerinin kötü niyetlerine kurban gitmişlerdir.
Anadolu’daki Milli Mücadele hareketinin zaferle sonuçlanması üzerine, ulusal direnişe karşı gelen ve olumsuz cephe alan bazı kuruluşlar ya kendiliğinden dağılmışlar; ya da bir bölümü adli soruşturmayla karşı karşıya kalmışladır.
Bunun sonucunda da İstiklal Mahkemeleri tarafından Türk İnkilabının düşmanı ilan edilmişlerdir. Bunların arasında bulunan cemiyetler şu şekildedir:
Türkiye’de İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin başlıca yöneticilerinden olan kişilerse, Milli Hükümet tarafından düzenlenen 150’lik kara kara listeye girmişler; vatan haini olarak yurt dışına çıkarılmışlardır.
İstanbul’da 13 Kasım 1919’da kurulduğu kaydedilen Karakol Cemiyeti’nin kuruluş tarihinin 1918 Ekim ayına sonu veya Kasım başlarına kadar gittiği anlaşılmaktadır.
Karakol Cemiyeti, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin lidersiz kalan üyeleri tarafından gizli bir direniş grubu kurulmuştur. Ardından Anadolu’da başlatılan Milli Mücadele’yi destekleyen gizli bir kuruluşa dönüşücektir.
Birinci Dünya Savaşı’nın son ayları içinde, Kuruçeşme’deki Enver Paşa Yalısı’nda, ünlü İttihatçılardan Kara Kemal ülkeyi terk etmek üzere olan Talat Paşa’dan bir emir alır.
Kara Kemal, kendisi gibi eski İttihatçılardan Kurmay Albay Kara Vasıf Bey’i evine davet ederek Talat Paşa’dan almış olduğu emri açıklar. Buna göre İttihatçılığın devam edebilmesi için gizli bir şekilde birbirlerine bağlanmaları ve parola kabul etmeleri gerekir.
İngilizler, Ermeni sürgününe adı karışmış bulunan İttihatçıları tutuklamaktadırlar. Biz varlığımızı ancak bir teşkilatla korumak zorundayız. İttihatçılığa sonuna kadar devam edecekler, gizli bir kuruluşla birbirine bağlanmalı ve bir parola kabul ederek birbirlerini tanımalıdırlar. Paşa ile aramızda “KARAKOL” kelimesi kararlaştırılmıştı. Bu ad, her ikimizin isimlerinin başında “KARA” lakablarımızla ortak bulunmaktadır. Bu parolayı (K.G) diye kısaltırsak, hem Talat Paşa’nın dediği olur, hem de ikimizin işaretini taşımış olur. Kara Kemal
Böylece, Kara Kemal ve Kara Vasıf’ın isimleri başında ortak bulunan “Kara” lakabını da taşıyan bu “KARAKOL” adı, ilk kurucuları tarafından da kabul edilmiştir.
1935 tarihinde Baha Said. Bey’in aktardığı bilgiye göre, Milli Mücadeleyi desteklemek amacıyla faaliyete geçen Karakol Cemiyeti’nin ilk kurucuları şu üç kişiden oluşmaktadır:
Kuruluş merkezi de, İstanbul’da Babıali Caddesi Resne Fotoğrafhanesi’nde Baha Said Bey’e ait olan yazıhanedir.
Baha Said Bey’in o tarihlerde yapmış olduğu açıklamaya göre, Kara Vasıf Bey, daha sonra gene eski İttihatçıları da kurucu olarak teşkilata alarak “Yediler” olarak bilinen ilk faaliyet grubunu kurmuştur. Yediler Grubunun içinde bulunanlar şu kişilerden meydana gelmektedir:
Daha sonra bu gruba, Albay Galatalı Şevket, Yarbay Kemaleddin Sami, Albay Edhem Servet Boral ve Piyade Yarbayı Rıza (Japon Rıza) Beyler de katılmıştır. Sonuç olarak Karakol Cemiyeti’nin 11 kişilik ilk merkez heyeti oluşmuş ve grubun (K.G) rumuzlu bir de mührünü kazıtmışlardır.
Cemiyetin en büyük tek amacı, Milli Mücadele’ye destek vermektir. Bu amaç uğrunda Osmanlı Devleti’nden sağlanan mühimmatların Anadolu’daki cephelere ve direnişçilere ulaştırılması için çalışılmıştır.
Harbiye Dairesi Başkanı Albay Ömer Lütfi (Yenibahçeli) ve Silah Şubesi Müdürü Kurmay Binbaşı Naim Cevat Bey’in vatanseverce hizmetleri olmuştur.
İstanbul halkının memur ve hizmetlilerinin fedakarca gayret ve çabaları sayesinde İngilizlerin kontrolü altında bulunan depolardan çeşitli askeri eşyalar Anadolu’ya taşınmıştır.
Çeşitli tarihlerde İstanbul’dan Anadolu’ya geçirilen silah ve mühimmatların sayısı ve cinsi şu şekildedir:
Karakol Cemiyeti, sadece cepheye silah ve mühimmat temin etmekle kalınmamış cephe gerisine istihbaratın sağlanmasında da önemli rol almıştır.
Bu Yazımı da Okumak İster Misiniz: Milli Mücadelede Akbaş Cephaneliği Baskını
Milli Mücadele’ye düşman İşgal Kuvvetleri ile Damat Ferit Hükümeti ve suç ortaklarının, İngiliz Muhipleri Cemiyeti gibi kuruluşların plan ve çalışmaları günü gününe Mustafa Kemal ve arkadaşlarına gönderilmiştir.
Karakol Cemiyeti’nin Milli Mücadele döneminde gerçekleştirmeye çalıştığı en önemli faaliyeti şu şekildedir:
Milli Mücadele yıllarındaki kuruluşlar, gizli olan ve olmayan olarak sınıflandırılacağı gibi; yararlı ve zararlı olanlar diye de ikiye ayrılabilir.
Bu cemiyetlerin bir kısmı, Milli Mücadele’yi oluşturan, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını destekleyen, zaferin elde edilmesinde büyük yardımları olan kuruluşlardır.
Bir kısmı da, Milli Mücadele’ye karşı, işgalcilerin parayla satın alınarak yönetilen; Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına düşman olan zararlı olan kuruluşlardır.
Cemiyetlerin çoğunun kuruluş yeri ve merkezi İstanbul’dadır. Bunların bazıları İstanbul’un çeşitli semtlerinde şubelere de sahip bulunmaktadır. Bu kuruluşların bir kısmının Anadolu’da da şubeleri açılmıştır.
Milli Mücadele dönemindeki kuruluşların en önemli görülenleri, ülkemizi işgale kalkışan Avrupalı sömürgecilere karşı ayaklanan Türk milletinin, Anadolu ve Trakya’nın her tarafında oluşturdukları Müdafa-i Hukuk milli direniş örgütleridir.
Bu milli kuruluşlardan, işgal altında bulunan İstanbul’da faaliyet gösterenlerin başında Karakol Cemiyeti gelmektedir.
Milli Mücadele’ye düşman unsurların yanında İstanbul’da Milli Mücadele’ye destek olan, gizli ve gayet geniş örgütlenmiş olan cemiyetler de bulunmuştur. Karakol Cemiyeti, Mim Mim Grubu, İstanbul Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti gibi oluşumlar bu gerçek durumun canlı delilidir. Gerçekten İstanbul, resmi Osmanlı Hükümeti’ne rağmen, Anadolu’nun malzeme ve personel ihtiyacı bakımından en etkili ve verimli kaynağını oluşmuşturdur. Tarık Zafer Tunaya
Bu Yazımı da Okumak İster Misiniz: Telgrafçı Hamdi Bey (Ahmet Hamdi Martonaltı)
Mustafa Kemal Paşa’nın önemli özelliklerinden birisi de, çevresindeki kişi, topluluk ve kuruluşların mücadeleye zararlı olmaya başladıkları anda, bunu kontrol altına almasını ve gerektiğinde de saf dışı bırakmasıdır.
Karakol Cemiyeti, kurulduğu Kasım 1918’den kapandığı 1920 Nisan ayına kadar, milli mücadelenin en başından, zafere erişmesine kadar vatansever bir düşünce ile hareket etmiştir.
Bunun yanında bazı üyelerinin yanlış tutum ve faaliyetleriyle zararlı işler yapmaya başlaması üzerine cemiyet kapatılarak Müdafaa-i Milliye Teşkilatı’na katılmış ve Mim Mim Grublarına dönüştürülmüştür.
Mili Mücadele’nin lideri Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da mevcut teşkilatımız diye söz ettiği ve kendi arkadaşları tarafından kurulmuş olan bu gizli milli cemiyetin varlığını biliyor, destek ve çalışmalarını da yakından takip ediyordu.
Karakol Cemiyeti’ne katılmamış olan Mustafa Kemal Paşa, bu cemiyetin hayali ordusundan, bu ordunun hayali komutanından ve hayali Genelkurmayından rahatsızlık duyduğunu açıklamıştır.
Milli Mücadeleciler arasında bu durumun şüphe uyandırması ve cemiyetin kurucularından Baha Said Bey’in 11 Ocak 1920’de Bolşeviklerle bir anlaşma imzalaması sonucu sabırlar tükenmiştir.
Yanlış yorumlara yol açan ve zararlı sonuçlara ulaşan bu davranışlar üzerine Karakol Cemiyeti’nin kapatılması zorunluluğu doğmuştur.
Biz Erzurum’da kongre kararlarının herkes tarafından anlaşılmasını ve her yerde uygulanmasını sağlamak için mücadele verirken, Karakol Cemiyeti’nin Genel Kuruluş Tüzüğü ve Karakol Cemiyeti’nin Genel Görev Yönetmeliği diye basılı bazı kağıtların, bütün orduya, komutan ve subay, herkese dağıtıldığından haberdar olduk. Mustafa Kemal Paşa
Karakol Cemiyeti kurulmasından dağılmasına kadar tüm faaliyetlerinde olabildiğince temkinli davranmıştır.
Örgüt üyeleri hayatları pahasına görevlerini yerine getirmeye çalışmıştır. Özellikle örgütün idari kadrosu farklı kod adları kullanarak gizli şifreler oluşturmuş ve haberleşme bu şifrelerle sağlanmıştır.
Örgüt yazışmalarında Mustafa Kemal Paşa, “Nuh” ismini; Ali Fuat Paşa “Musa”; örgütün kurucularından olan Kara Vasıf “Cengiz”; Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Miralay Şevket Bey ise “İsa” kod adlarını kullanmıştır.
İstanbul ve Anadolu’da birçok kişi, tek kurtuluş yolunu Amerika, İngiltere ve Fransa gibi kuvvetli bir devletin yanında olup, bu devletlerden birisinin mandasını kabul etmekte görüyorlardı.
Sayıları az da olsa o yılların modası gereğince birtakım aydınlar da, Bolşevik taraftarıydı. Almanya’dan yeni dönen ve İstanbul’da Zekeriya Sertel’in de içinde bulunduğu grubu oluşturan Spartakist gençler, bunların başında geliyordu.
İstanbul’da iken Bolşevik olmaya ve şekilde kurtulacağımıza dair bu arkadaşlarda gördüğüm düşüncenin olgun bir hale gelmesi, Bereket versin benim daha önceden durumu anlayarak 17 Hazirandaki düşüncemi arkadaşlarımız olumlu kabul etmiş bulunuyor! Bu, İtilaf topluluğuna karşı elimizde bir tehdit silahı olabilir, fakat bugün Bolşevik olmakla Türkiye tamamen ayaklar altında ve bir karışıklık içinde gözden kaybolur. Ben bunu İstanbul’da iken arkadaşlara gereği gibi açıklamıştım. Kazım Karabekir Paşa
Karakol Cemiyeti’nin Bolşeviklerle anlaşma imzalaması ileride cemiyetin kapatılmasına neden olacaktır. Bu cemiyetin kurucuları ve yönetim kurulu içinde Amerikan Mandası’na eğilimli bir iki bulunmuştur.
Bilinçli bir Türk milliyetçisi olan Baha Said Bey’in Bolşeviklerle teması, Milli Mücadele’ye silah, cephane ve para yardımı için gerçekleşmiştir.
Fakat onun Ankara’daki Milli Mücadele merkezinden, Mustafa Kemal, Kazım Karabekir Paşa’ların onayı ve bilgisi dışında kişisel girişim olarak yaptığı bu antlaşma cemiyetin kapatılması ile sonuçlanacaktır.
Hiçbir yetkiye sahip olmadan yapılmış olan bu antlaşmada Baha Said Bey’in Bolşeviklere gereğinden fazla taviz verdiği anlaşılmıştır.
Anadolu’da Milli Mücadele’ye başlayan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, büyük ölçüde bir askeri ve ekonomik yardıma muhtaç durumda bulunuyorlardı. bu yardımlar ancak o günkü şartlarda da Doğu’dan sağlanabilirdi.
Bolşevik İhtilali gerçekleştiği sıralarda, Anadolu’da İngilizlerin önderliğindeki işgallere karşı Türk Milli Mücadelesi başlamıştı. Bu ulusal ayaklanma her açıdan bir halk hareketiydi. Bolşeviklerde bu nedenle, Türk Milli Mücadelesi’ne çok yakından ilgi göstermeye başlamışlardı.
Bolşeviklere göre, Türkler ortak düşmanları olarak kabul ettikleri İngiliz ve Fransızları Çanakkale’de mağlup etmemiş olsalardı, Çarlık Rejimine yardım gidecek ve Bolşevik İhtilali’de başarısız olacaktı.
Bu düşüncelerden dolayı Bolşeviklerle Mustafa Kemal Paşa arasındaki ilk temas Havza’da Ali Baba’nın Mesudiye Oteli’nde gerçekleşmişti.
Bu tarihten sonra Sovyetlerle, Türkiye’de, Rusya’da ve Kafkaslar’da dostluk içinde ama dikkatli şekilde görüşmeler ve toplantılar gerçekleşmişti.
O dönem her iki tarafta birbirlerini incelip, tartmış ve dikkatli şekilde hareket etmiştir. Mustafa Kemal Paşa ve yakınında bulunan arkadaşları, o tarihlerde Rus ihtilalinin gerçek anlamı hakkında yeterli bilgi sahibi değillerdi.
Bu nedenle, güvenilir kişilere yerinde inceleme yaptırmaları ve alınacak raporlardan bilgi sahibi olmaları gerekiyordu. Atatürk, bunu ustalıkla yapmıştır.
Sovyetlerle resmi ilişkiler, Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’nın bilgisi dahilinde, Doğu’da da Kazım Karabekir Paşa’nın aracılığıyla yapılıyordu.
Mustafa Kemal Paşa ile Kazım Karabekir Paşa’nın, sorumsuzca, kendi başına hareket eden arkadaşlarına, kişisel girişimleri ile ilişkileri karıştıran kişilere kızmakta da hakları vardı.
Baha Said Bey örneği bunlaradan en önemlisidir.
3 Mart 1920 günü Kazım Karabekir Paşa, Temsil Heyeti adına Mustafa Kemal Paşa imzası ile aldığı Baha Said Bey’e ait şifre üzerine tepki göstermişti. Kazım Karabekir Paşa konu hakkında şu şekilde açıklamada bulunmuştu:
Baha Said Bey’i gönderenler kendisini uyarıp yetkilerini geri almazlarsa da Bolşevikler de biliyorlar ki Türkiye’de Temsil Heyeti vardır. Ve Doğu işlerinde onun yürütme vasıtası Kazım Karabekir’dir. Şu veya bu cemiyet veya kişilerin anlaşmaları önemli değildir. Kazım Karabekir Paşa
Buna karşılık Mustafa Kemal Paşa, Temsil Heyeti adına bir telgraf göndermiş ve Baha Said Bey’in ülke adına herhangi bir yetkisi ve sıfatı olmadığını bildirmiştir.
Telgrafta sadece Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin tek yetkili kurul olduğu belirtilmiştir. İç ve dış siyasette ayrı ayrı iki komitenin anlaşmış olduklarını gösteren her türlü işlemi kesinlikle red ettiklerini söylemiştir.
Vasıf Bey’in ülke içinde ve dışında Karakol Cemiyeti adı altında geçici bir komitenin merkez heyeti olarak hareket ettiğine dikkat çekmiştir.
Aynı zamanda Baha Said Bey’in de Karakol Cemiyeti’nin ve Uşak Kongresi’nin yetkili ve bağımsız temsilcisi olarak Bolşeviklerle ülkenin kaderine ait anlaşmalar yaptığının anlaşıldığını belirtmiştir.
Karakol Cemiyeti’ni ve özellikle bu cemiyetin içeride ve dışarıda bağımsız hareket etmeye yetkili bir merkez heyetini ve Baha Said Bey’in sıfat ve yetkilerini tanımakla ve böylece Baha Said Bey tarafından gerçeğe uymayan bir yetkiyle başlamış olan görüşmede ve yapılan anlaşmada sakıncalar bulunduğu bildirilmiştir.
Baha Said Bey ve arkadaşlarının Bolşeviklerle ilişkileri ve genel durumu nasıl bozdukları anlaşılınca Mustafa Kemal Paşa tarafından önlem alınması gerekmiştir. Bütün bu yaşanan gelişmelerin ardından Karakol Cemiyeti kapatılacaktır.
Karakol Cemiyeti’nin Bolşeviklerle gizli ilişkiye girmesi ve kendi başına Milli Mücadele’ye sahiplenme çalışmalarında bulunması nedenleriyle Anadolu mücadelesine dahil edilemiştir.
16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından işgali sırasında liderlerinin tutuklanması nedeniyle örgüt büyük darbe almıştır.
Sonuç olarak Erzurum Kongresi ile Sivas Kongresi kararlarını uygulamak için seçilen Temsil Heyeti’nin kararı ile cemiyetin kapatılmasına karar verilmiştir.
Saltanatın kaldırılmasıyla birlikte Cumhuriyet’e doğru yönelişin en büyük aşamalarından birisi gerçekleşmiştir.
Padişahın kişiliğinde toplanmış olan sultanlık ile halifelik birbirinden ayrılmıştır. Dünya işlerinin yönetimine ait bütün yetkiler millet adına Büyük Millet Meclisi’ne verilmiştir. Padişahın sultanlığı ortadan kalkınca, sadece din işlerine ait görev ve yetkileri yani halifeliği kalmıştır.
Saltanatın kaldırılmasına doğrudan doğruya yol açan olay, Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarı ile sonuçlanmasından sonra toplanması öngörülen barış konferansına Ankara ve İstanbul hükümetlerinin ortak davet edilmeleridir.
Mudanya Askeri Sözleşmesi’nin imzalanıp yürürlüğe girmesi üzerine, Sadrazam Tevfik Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya 17 Ekim 1922 tarihinde bir telgraf yollamıştı.
Gönderilen telgrafta, kazanılan zaferden sonra Ankara ile İstanbul arasındaki ikiliğin ortadan kalkarak milli birliğin sağlanmış olduğunu belirtiliyordu.
Ayrıca başlanacak olan Barış Konferansı’na İstanbul ve Ankara hükümetlerinin ayrı ayrı çağırılacaklarının bilindiğini ilave ediyordu.
Ardından, iki hükümetin ayrı ayrı görüşlerde bulunması halinde bundan yararlanacak olan İngilizlerin “halifeliğin koruyucusu” durumuna girmeye çalışacaklarını, bu nedenle aralarında görüşüp anlaşmaları gerektiğini bildirilmişti.
Mustafa Kemal Paşa ise verdiği cevapta, Türkiye devletinin şekil ve niteliğinin anayasa ile belli bulunduğunu bildirmiş. Türkiye’nin kaderine el koyan hükümetin sadece TBMM Hükümeti olduğunu açıklamıştı.
Bu nedenle, açılması yakın olan Barış Konferansı’nda Türkiye’yi ancak hükümetinin temsil edebileceğini iletmişti.
27 Ekim 1922 Cuma günü müttefik devletlerden beklenen konferans çağrısı alınmıştı. Fransa, İtalya, İngiltere hükümetlerinin kendi dillerinde yazılmış notaları Ankara ve İstanbul hükümetlerine verilmişti.
Sözlü bildiri niteliğinde olan bu notalarda, Barış Konferansı’nın 13 Kasım 1922’de Lozan’da toplanacağı bildiriliyor, her devletin delegelerin tam yetkili olması isteniyordu.
Sadrazam Tevfik Paşa, çağrı üzerine, bir kere de Meclis Başkanlığına başvurarak birlikte hareket edilmesi, bunun için de önceden buluşulup görüşülmesini istemişti.
Tevfik Paşa’nın bu telgrafı bunca mücadelenin, bunca gaflet ve dalaletin farkında olmayan bir anlayışı simgeliyordu. Zafer kazanıldığına göre, Ankara ve İstanbul arasında ikilikte ortadan kalkmış demekti.
Padişah sarayında olduğuna göre, İstanbul hükümetinin emirlerine uyulup Lozan’a birlikte gidilmeliydi. Tevfik Paşa, TBMM’nin elde ettiği başarıları küçültüp, anlamsız kıldığının farkında değildi. Bu nedenle de, Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa, bu konuyu Meclis gündemine taşıdı.
Meclis, bu konuyu kökünden halletmenin zamanı geldiğine inanarak, Padişahın elinde toplanmış olan yönetme gücününün aslında millete ait bulunduğu esasına dayanarak milli iradeyi devlet yönetiminin tek gücü ve sahibi olarak kabul etme yoluna gitti.
TBMM’nin 30 Ekim 1922 Pazartesi günlü oturumu Musa Kazım Efendi başkanlığında açıldı. İlk sözü İsmet Paşa’ya verdi.
Cephe görevi sona eren ve Dışişleri Bakanı da olan İsmet Paşa, alkışlar arasında kürsüye gelmişti. Ardından Hamdullah Suphi’nin teklifi üzerine Doğu Cephesinden dönen Kazım Karabekir Paşa davet edildi.
O da kısa bir konuşma yaptı. Bunun ardından her iki paşaya da teşekkür konuşmaları yapıldı. İkinci oturumda, “düşmandan kurtarılan bölgelere olağanüstü heyetler gönderilmesi hakkında kanun” görüşüldü.
Esas görüşmeler öğleden sonraki üçüncü oturumda başladı. Saat üçte açılan oturumu bu sefer Mustafa Kemal Paşa yönetecekti.
Katiplikte Muş Vekili Mahmud Said Bey vardı, Meclis locası tamamen doluydu. Gündem, Lozan’da Türkiye’yi kim temsil edecekti?
Mustafa Kemal Paşa önce Tevfik Paşa’nın gönderdiği mektup ve telgrafları ve buna verdiği cevabı okuttu. İstanbul hükümeti ile TBMM hükümetini karşı karşıya getiren bu yazışma ve telgraflardan vekiller ilk defa haberdar oluyorlardı.
Olay, cephedeki görevini bitirerek Meclis’e katılıp Dışişleri Bakanlığı’na seçilmiş olan Edirne Vekili İsmet Paşa’nın mecliste bir konuşma yaptığı gün başladı.
Uzun bir konuşma ile askeri durumu özetleyen İsmet Paşa, daha sonra Mudanya Konferansı görüşmelerini açıkladı.
Lozan Konferansı’na davet edilişi söz konusu etti ve İstanbul’dan delege gitmesini kabul etmenin imkanı olmadığını belirtti.
Türk milletiyle bir barış konferansı yapabilmek için, Türkiye’nin meşru ve gerçek temsilcileriyle karşı karşıya bulunmak gerekir… Yazık ki gaflet içindedirler. Barışı geciktirmek, milletin çilesini uzatmak ve arttırmak tehdidiyle karşımıza çıkıyorlar. Bugün barışı geciktirmek tehdidinde bulunanlar, yalnız bu telgrafın sahibi olanlardır… Türkiye’nin barış konferansına ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilci göndereceğini ve Türkiye temsilcisi olarak başka yerlerden temsilci gelecek olursa, onların katılmasını bizim katılmamıza engel sayacağımızı ve Mudanya Konferansı hükümelerinin ihlal edilmiş olacağını söyledik… Bütün millet ve bütün gerçeği kavrayanlar, bizimle beraber olcaktır. Dışişleri Bakanı İsmet İnönü
İsmet Paşa’dan sonra, cephedeki Doğu Komutanlığı görevini bitirerek meclise katılan Edirne Vekili Kazım Karabekir Paşa söz aldı. Kısa konuşmasında savaş sonrasına atıfta bulunarak, açıklamalarda bulundu.
İnşallah milli zaferlerimiz tamamen amacına vardıktan sonra ordularımız barış durumuna geçirken, yine milli birliğimiz sayesinde bilim orduları da seferberliğe başlar. Ve bizi dıştan sarmak isteyen esaret zinciri gibi, aynı surette içerden saran yoksulluğa ve bilgisizliğe karşı, aynı şekilde her yanda saldırırız. Böylece de sonsuz mutluluğa erişiriz. Kazım Karabekir Paşa
Aynı toplantının üçüncü oturumunda, başkanlık görevini Mustafa Kemal Paşa alarak Tevfik Paşa’dan gelen telgrafları ve bunlara verilen cevapları okuttu. Üzerlerinde görüşme açtı ve ilk sözü Antalya Vekili Rasih Efendiye verdi.
Rasih Efendi, İtilaf Devletleri ile padişahın birlikte hareket ettiklerini belirtti. Avrupa’dan gelen telgraf ile İstanbul’dan gelen telgrafların aynı kopyadan ibaret olduğunu açıkladı. İkisinde de “Ankara Büyük Millet Meclisi” ifadesinin geçtiğini, “Türkiye Büyük Millet Meclisi” nin ifade edildiğini belirtti.
Oysa ki “Ankara Büyük Millet Meclisi” değil, “Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir” dedi.
Eski anayasamızda babadan evlada geçme hak olduğu belirtiliyor. Bu madde eski Avrupa’nın papalarına, krallarına ait anayaslardan kopya edilmiştir. Ne İslamlık esasları ile, ne hukuk ile, ne mantık ile ilgisi yoktu. Çünkü aynı madde, başa geçecek olanın kutsal ve sorumsuz olduğundan söz ediyor. Oysaki bizim dinimizde başa geçen, çoban gibidir. Gözettiğinden sorumludur. … Dinimizde başa geçecek olan için şartlar konmuştur. Bu şartlara bakılmadan babadan evlada kalma usulü ile başa geçenler memleketi çiftlik ve içindekileri köle hatta demirbaş eşya gibi kullandılar. …Bugüne kadar Avrupalılar hep aynı silahı kullanmışlar, daima karşımıza Büyük Millet Meclisi ile İstanbul hükümeti ikiliği meselesini çıkarmışlardır. …İstanbul’dakilere diyelim ki, artık siz çekilin, alet olmayın, gölge etmeyin. Antalya Vekili Rasih Efendi (Kaplan)
Rasih Efendi’nin ardından Hüseyin Avni Bey (Ulaş) meclis kürsüsüne gelmiştir. Tevfik Paşa’nın telgrafına paragraf paragraf cevap vermiştir.
Tevfik Paşa elindeki sadrazamlık mührünü kimden aldı? O mühür, benim memleketimin çiftlik gibi zorla alınmasında kullanılan cinayet mührüdür. Meşrutiyet diyerek zorbalık yoluyla amirlik iddia eden bu mühür, milletin idam kararı olan Sevr Antlaşması’nı mühürlemek cinayetini de işledi. Tevfik Paşa, kendi onaylamadığı bu antlaşma üzerinde duran mühre el sürmemeli idi. Sultanlığa alışmış olan hükümdarlar, ulusal egemenlikten canavar gibi korkarlar. Fakat kim olursa olsun, artık hükümdarlar ulusal egemenliğe gireceklerdir. Ulusal egemenliğin belirli kuralları ve koşulları vardır. Bunun dışında onların varlığını tanımak bizim için imkansızdır. Buna aykırı olanlara karşı, millete musallat olmuş beladır diye mücadele ederim. Erzurum Vekili Hüseyin Avni Bey (Ulaş)
Hüseyin Avni Bey’den sonra Rıza Nur (Sinop), Yahya Galip (Kırşehir), Mazhar Müfit (Hakkari), İlyas Sami (Muş), Müfit Efendi (Kırşehir) söz aldılar. Kimisi Tevfik Paşa’yı kimisi Vahdettin’i eleştiriyordu.
Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey’in alacağı pozisyon, Mustafa Kemal Paşa için önemliydi. Rauf Bey bir kaç önce Refet Paşa’nın evindeki görüşmede hanedana bağlılık sergilemişti.
Rauf Bey, bir gün Mustafa Kemal Paşa’nın odasına giderek kendisiyle görüşmek istemiş, paşayı Refet Paşa’nın Keçiören’deki evine davet etmişti.
Daveti kabul eden Mustafa Kemal Paşa’ya, Rauf Bey Meclis’in padişahlığı, belki de halifeliği ortadan kaldırılabileceği düşüncesinde bulunulduğu kaygısıyla üzgün olduğunu bildirir. Rauf Bey’in padişahlık ve halifelik konusundaki düşüncesinin ve kanısının ne olduğunu soran Mustafa Kemal Paşa’ya, Rauf Bey:
Ben, padişahlık ve halifelik katına vicdan ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam, padişahın ekmeği ile yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen devlet adamları arasında geçmiştir. Ben iyilik bilmez değilim ve olamam. Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Bunlardan başka, genel görüşlerimde vardır. Bizde genel durumu tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği derecede yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da padişahlık ve halifeliktir. Bu makamı kaldırmak, onun yerine başka nitelikte bir varlık koymaya çalışmak, yıkıma yol açar ve büyük acı doğurur; bu hiç uygun olmaz. Rauf Bey (Orbay)
Rauf Bey bu sözleri saltanat meselesi ortaya çıkmadan söylemişti. Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey meclis kürsüsündeki sözlerini şöyle tamamladı:
İstanbul’daki bölgesel bir yönetim kurulu gibi çalışanlar ve bütün dünya bilmelidir ki, İslam ve Türk milleti esir olmayacaktır, İslam ve Türkiye halkı bağımsızlığını almıştır, kimseye vermemiştir ve vermeyecektir. Gerekirse, her türlü araca başvurarak ve kısa zamanda elde etmiş olduğu bağımsızlığını bir kere daha dünyaya ispat edip belgeletecektir. Rauf Bey (Orbay)
Oturumu yöneten Mustafa Kemal Paşa önergeleri üçlü tasnife tabi tutarak birbirine benzeyen önergeleri birleştirmişti.
En sonunda, “Padişah ve hükümet hakkında kanuni muamele yapılmasını isteyen önerge” kabul edildi. Bu önerge hakkında Çolak Selahaddin Bey ile Mustafa Kemal Paşa arasında itiraz ve söz düellosu yaşandı.
Saltanat bir kanun ile değil TBMM’nin heyeti umumiye kararı ile kaldırıldı. Dayanağı da Sinop Vekili Rıza Nur’un hazırladığı önergedir. 78 kişi tarafından imzalanan bu önergeyi Birinci Grup vekilleri hazırlamıştı. Buna göre verilen önerge şu şekildedir:
Rıza Nur Bey ve arkadaşlarının vermiş olduğu bu önergeye Hüseyin Avni Bey önerge de eksiklik bulunduğu gerekçesi ile karşı çıkmıştı.
Hüseyin Avni Bey’e göre, Rıza Nur’un önergesi, Teşkilatı Esasi Kanuna bir ekleme ve “kanun layihası anlamında olduğu için, Layiha Encümenine gönderilmesi gerekiyordu.
Rıza Nur söz alarak önergesini savunmuştur. Rıza Nur’a göre, “dokuz yüz seneden beri burada bir Türk devleti vardı. Selçuklularla başlayan hanedan yıkılmış, onun yerine Osmanlı saltanatı geçmişti.
Bugün o da yıkılmış, millet kendi hükümetini kurmuştu. Resmen Türkiye devleti bu demekti, başka bir şey yoktu, önerge bunu açıklamaktan ibaretti.
Rıza Nur’un önergesi ad okunarak oylanmış, ancak yeterli çoğunluk elde edilememiştir.
30 Ekim 1922 oturumunda görüşme yeter sayısı sağlanamadığı için ertesi güne bırakıldı. Ertesi gün 31 Ekim Salı günü Meclisin toplantı günü değildi. Bu yüzden görüşmeler 1 Kasım 1922 Çarşamba gününe bırakıldı.
Birinci ve ikinci grup kendi odalarına çekilip sabaha kadar toplantı yaparak konuyu tartışmışlardır. Durum ertesi güne bırakılıp önergeler hazırlandı.
1 Kasım 1922 görüşmeleri Dr. Adnan Bey başkanlığında açıldığında, Ziya Hurşid’İn itirazı geldi. Rıza Nur’un önergesinde imzası bulunan Adnan Bey’in Dahili Nizamname gereğince divandan çekilmeliydi. Bundan dolayı Adnan Bey çekilerek, yerini İkinci Başkanvekili Musa Kazım Efendi’ye bıraktı.
Yapılacak iş, geçen birleşimde çoğunluğu bulamayan oylamanın bu oturumda yapımasından ibaretti. Fakat Başkan, “dünkü önergenin altıncı maddesini değiştiren bir önerge vardır” dedi ve okuttu. Buna göre:
Rıza Nur ve arkadaşlarının bu değişiklik önergesi ile, halifeliğin Osmanlı padişahlık ailesine ait olduğu açıkça hüküm altına alınıyordu.
Bu önergenin okunmasının ardından, Erzurum Vekili Hüseyin Avni Bey, “bir değişiklik daha var o da okunsun” dedi. Hüseyin Avni Bey ile arkadaşları tarafından verilmiş olan değişiklik önergesi de şu şekildedir:
Her iki teklif Anayasa, Adalet ve Din İşleri Komisyonlarından oluşan Karma Komisyona gönderilmişti. Burada bütün önergelerin incelenip tek bir metin hazırlanması kararlaştırıldı. Saat gece yarısını gösterirken başkan, birleşime ara verdi.
Gece yarısı olmasına rağmen komisyonlar hemen toplanıp çalışmaya başladı. Başkanlık kürsüsünde İkinci Başkan Dr. Adnan Bey vardı. Üç komisyonun birlikte düzenledikleri rapor ve yayınlanmasını istedikleri bildiri okundu. İki maddelik halindeki bildirinin metni şöyle idi:
Birinci Grup’tan Mustafa Kemal Paşa ile İkinci Grup’tan Erzurum Vekili Hüseyin Avni Bey’in kısa konuşmalarından sonra komisyon tarafından hazırlanmış olan metin üyelerin oyuna sunuldu.
Birkaç oturumda söz almak isteyip de alamayan ve buna sinirlendiği anlaşılan Rize Vekili Ziya Hurşid’in, söz talebi de kabul edilmeyip oylamaya geçildi. Oylamanın ardından, alkışlar arasında oybirliği ile Saltanatın kaldırılması kabul edilmişti.
Lozan Konferansı dolayısıyla padişahın idaresindeki İstanbul Hükümeti’nin sebebiyet vermek istediği ikilik bu şekilde, padişahı ve İstanbul Hükümeti’ni kökten ortadan kaldırıyordu. Bundan sonra millet kendi kaderine kayıtsız ve şartsız kendi egemenliğini ilan etmiş oluyordu. Buna göre:
Devlet düzeninde bu gelişmeler yaşanırken Mudanya Askeri Antlaşması gereğince Doğu Trakya düşman işgalinden kurtulmuş ve Edirneliler anavatanlarına kavuşmuşlardı.
Lozan’daki görüşmeler başlamış olup hızla ilerliyor ve Bakanlar Kurulu Başkanı görüşmeler hakkında Meclis’e bilgi veriyordu.
Saltanatın kaldırılarak sadece halifeliğin devam ettirilmesi ve bu şekilde ulusal egemenliğin millet elinde bulundurulması suretiyle Meşrutiyet döneminden Cumhuriyet dönemine doğru büyük bir adım atılmış oluyordu.
1915’in sonuna kadar El-Faruki hakkında hiçbir şey bilinmiyordu ve bugünde hakkında çok fazla bir bilgi bulunmamaktadır. 24 yaşında Musullu bir Osmanlı Arap subayı olan Teğmen Muhammed Şerif el-Faruki, Şam’da kurulan bir Arap gizli cemiyet üyesidir.
Cemal Paşa tarafından çatışmaların çok yoğun olduğu Gelibolu cephesine gönderilen gizli cemiyet yöneticilerindendir.
Teğmen el-Faruki 1915 sonlarında Gelibolu’daki Osmanlı ordusundan kaçarak Müttefik saflarına katılmıştır. Kahire’deki İngiliz istihbaratı için önemli bilgileri olduğunu açıklayınca sorguya çekilmek üzere hemen Mısır’a gönderilmiştir.
El-Faruki’nin zayıf İngilizcesi, tesadüfi veya kasıtlı yanlış anlamalara neden oldu. İngilizlere verdiği bilgiler kısmen doğru, kısmen de uydurmaydı.
1915 tarihinde ortaya çıkmış, 1916 senesinde İngiliz hükümetinin dikkatlerini üzerinde toplamış olan El-Faruki 1920 yılında bir aşiret baskını sırasında Irak’ta hayatını kaybetmiştir.
Oyunda yer aldığı 1915-1916 tarihlerinde doğrudan ve dolaylı olarak, İngiltere’nin savaş sonrası Ortadoğusu için diğer devletlere taviz vermesine neden olmuştur.
İngiliz ve Arap liderler arasında aracı olarak ya yanlış anlaşılmış ya da birbirlerine yanlış tanıtılmıştır. El-Faruki’nin niyetleri ancak tahmin edilebilir. 20. yüzyıl Ortadoğusuna, zamanın tam olarak yok edemediği bir yanlış anlama mirası bırakmıştır.
İtilaf Devletleri’nin Gelibolu’nun boşaltılmasını planlayıp gerçekleştirdikleri ve Lord Kitchener’in savaşın yürütülmesinde daha küçük bir davranış üstlendiği 1915-1916 senesinde İngiltere’nin Ortadoğu politikası da yeni bir yöne girmişti.
Kitchener ve arkadaşları, İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu içindeki Arap liderlerinden ve askerlerinden nasıl faydalanabileceklerini düşünmeye başlamışlardı.
Bu konuda da Ortadoğu uzmanlığına atanan Sir Mark Sykes’ın önerilerine göre hareket ediyorlardı. Sir Mark Sykes’ın öderliğindeki Bunsen komitesi, 30 Haziran 1915’te savaş sonrası Ortadoğusu konulu raporunu verdikten sonra İngiliz hükümeti, Sykes’ı komitenin tavsiyelerini iletmek üzere Doğu’ya gönderdi.
Arkadaşlarının Şerif Hüseyin’in halifeliğe getirilmesi planını, halifeliğin güneye kaydırılmasına ilişkin kendi düşücesi ile uyumlu bulan Sykes, Mısır İmparatorluğu planını da benimsemişti.
Buna göre imparatorluk, Şerif’in ruhani ve Mısır’daki göstermelik kralın dünyevi liderliğinde, Arapça konuşulan bir bütün oluşturacak ve İngiliz Yüksek Komiseri Kitchener tarafından Kahire’den idare edilecekti.
Sykes görüşlerinin Hindistan’da pek sıcak karşılanmadığını fark etti. Hindistan’a karşı Kahire’ye desteklemeye kararlı olan Sykes da, yetki alanlarında çatışma olduğuna inanıyordu. Merkezi bir İngiliz politikası yoktu. Her bölüm operasyonlarını kendi başına yürütmekte ve birbirlerinin yaptıklarından habersizdiler.
Bu seyahatleri sırasında Sykes Arap işlerinin yönetimini ele alacak bir büro kurulması fikrini düşündü. 1915 senesinde Londra’ya dönen Sykes, politikayı koordine etmek için merkezi bir büro kurulması önerisini ortaya attı. Kahire’de kendi yönetiminde bir Arap Bürosu kurulmasını istiyordu.
Asquith 1916 tarihinde bir İslam Bürosu kurulmasını ele alacak bakanlıklararası bir konferans düzenlenmesi talimatını verdi. Konferansta Sykes’ın teklifi kabul edildiyse de, yapılan bir değişiklikle planın özü kayboldu. Arap Bürosu ayrı bir kurum değil, Kahire İstihbarat Dairesi’nin bir bölümü olacaktı.
Sir Mark Sykes, 1915 senesinde Doğu’dan dönerken Londra’ya bir Arap Bürosu kurma düşüncesinden daha ilginç bir şey getirmişti. İngiltere’nin savaşı kazanmasına arkadaşları ile birlikte yardımcı olabileceğini iddia eden gizemli birisi olan Muhammed Şerif el-Faruki.
O döneme kadar El-Faruki hakkında bilinen bir şey yoktu. 1915 senesinde ortaya çıkmış, 1916 yılında İngiliz hükümetinin dikkatini çekmişti. İngiltere’nin savaş sonrası Ortadoğu için diğer devletlere ödün vermesine yol açan kişi olmuştu.
El-Faruki olayının arkasında Lord Kitchener’in savaşın başında Mekke Emiri Hüseyin’le vardığı yarım anlaşma yatmaktaydı. Kitchener ile Şerif Hüseyin ile 1914 sonbaharında görüşmeye başlamışlar fakat her ikiside bu görüşmelerden bir sonuç elde edememişlerdi.
Görüşmelerden altı ay sonra 1915 yazında Şerif Hüseyin’den alınan bir mektup Kahire İngiliz Temsilciliğinde şaşkınlık yarattı. Şerif Hüseyin bir açıklamada bulunmadan bütün Arap Asyası’nın kendi egemenliğinde bağımsız bir krallık olarak tanınmasını istiyordu.
Uzun süren sessizlikten sonra gelen böyle bir talep İngiltere’de şaşkınlık yaratmıştı. Mısır’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Henry McMahon Şerif Hüseyin’i küstürmek istemediğinden, Ortadoğu sınırları hakkındaki kararın savaşın sonuna kadar ertelenmesinin doğru olacağını bildirdi.
Şerif Hüseyin’in isteklerinin arkasında yatan neden kendisine göre mantıksız değildi. Hüseyin 1915 Ocak ayında, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisini indirmeyi planladığına ve bunu savaşın başlaması üzerine ertelediğine dair yazılı belgeleri ele geçirmişti.
Osmanlı Devleti’nin bu planı Şerif Hüseyin’i, isteğinin aksine, savaşta Türkiye’ye karşı çıkmayı düşünmeye zorlamıştı. Bunun kendisini Arap dünyasında yalnız bırakacağından çekindiği için de, gizli Arap cemiyetlerinden destek alıp alamayacağını araştırması için Faysal’ı Şam’a gönderdi.
Faysal Şam’a iki defa uğradı. Sadrazamla görüşmek üzere İstanbul’a giderken ve İstanbul’dan dönüşünde.
1915 Mart sonlarında Şam’a ilk ziyaretinde Faysal’a bölgede çoğunluğu Arap askerlerinden oluşan üç Osmanlı tümeni olduğu ve gizli cemiyet üyelerinin bu askerlerin kendilerine itaat edecekleri söylenmişti.
Cemiyet üyeleri Türkiye’ye karşı biri isyana liderlik etmekten söz ederken bu konudaki endişelerini de ifade etmişlerdi. Buna göre, çoğunluk Almanya’nın savaşı kısa sürede kazanacağını düşünüyor, kaybeden tarafın yanında olmak istemiyordu.
Bir başka neden de, Osmanlı ile Avrupa arasında bir tercih yapılması gerekirse Avrupalı Hristiyanlar yerine Müslüman Türkler tarafından yöneltilmeyi istiyorlardı.
Faysal aracılığıyla Şerif Hüseyin’e, İngiltere Arap Batı Asyasında bağımsızlığı destekleme garantisi vermedikçe müttefiklere katılmamasını tavsiye ettiler.
Faysal, İstanbul’dan Şam’a 23 Mayıs 1915’te döndüğünde durumun oldukça değişmiş olduğunu gördü.
Suriye’nin Türk Valisi Cemal Paşa bir Arap düzeninin kokusunu almış ve bunu önlemek için harekete geçmişti. Gizli cemiyetleri bastırmış, liderlerini tutuklayıp üyelerini dağıtmıştı. Üç Arap tümeni de dağıtılmış, subayların çoğunu Gelibolu’ya ve başka yerlere göndermişti.
Arkada kalan komplocular Faysal’a artık Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir ayaklanmaya karışmayacaklarını söylediler. Ayaklanmayı artık Şerif Hüseyin başlatmalıydı ve kendileri ancak, Arap bağımsızlığı için İngiltere’den destek sözü alırsa yanında olacaklardı.
Gizli cemiyetin üyeleri Arap ve bağımsız olacak toprakları belirleyen bir de belge düzenlemişlerdi. Bu belgeye Şam Protokolü adı verildi. Faysal’ın Mekke’ye götürdüğü bu belgede Emir Hüseyin’in İngiltere’den isteyeceği talepler yer alıyordu.
Faysal’ın Şam’a ilk gittiği zaman, 24 yaşında Musullu bir Osmanlı Arap subayı olan Teğmen Muhammed Şerif el-Faruki, Şam’da gizli bir cemiyetin üyesiydi.
El-Faruki, Cemal Paşa tarafından Gelibolu cephesine gönderilenlerin arasında bulunuyordu. Gizli cemiyet ile ilişkisi bulunan Arapların Gelibolu cephesine gönderilmesi Cemal Paşa’nın isyancıları önleme çabası olarak görülüyordu.
El-Faruki, Şam’da bulunan diğer cemiyet üyeleri ile bağlantısını kesmemiş, Faysal ile Şerif Hüseyin’in çalışmarını takip etmişti.
Şam’daki gizli örgüt üyelerinden Hüseyin’i, İngilizler Şam Protokolü’nü destekleme sözü verdikleri takdirde Türklere karşı bir Arap isyanı başlatmaya özendirdiğini öğrenmişti.
Teğmen el-Faruki 1915 sonlarında Gelibolu’daki Türk ordusundan firar ederek Müttefik saflarına geçti. Kahire’deki İngiliz istihbaratı için önemli bilgileri olduğunu açıklayınca soruşturulması için hemen Mısır’a gönderildi.
İngiliz istihbaratı tarafından sorguya çekilen Teğmen el-Faruki, el-Ahd adındaki gizli Arap cemiyetinin üyesi olduğunu ve cemiyetin liderlerinden birisinin Şam’da bulunan General Yasin el-Haşimi olduğunu söylemiştir.
El-Faruki, el-Ahd’ın önerilerini “sizinle konuşmak için resmen yetkili değilim” demesine karşılık İngiltere İstihbarat Başkanı Clayton onu, cemiyetin sözcüsü olarak kabul etmiştir.
El-Faruki’nin iddialarına inanırlılık kazandıran tek şey, Şerif Hüseyin’in İngilizlerle mektuplaştığını ve Hüseyin’in Kahire’ye 1915 mektubunda gönderdiği talepleri bilmesiydi.
Sözde Şam’daki Arap subayları adına konuşan el-Faruki, İngiltere’den Şerif Hüseyin’in belirlemiş olduğu sınırlar içinde bağımsız bir Arap devletini destekleyeceği sözünü almak istedi. Bu talebini ilettiği zaman İngiliz istihbaratı için taşlar yerli yerine oturmuştu.
İngilizler için temel olan, her iki taraftan gelen istek ve taleplerin hem aynı, hem de el-Ahd’ın kurucusu el-Masri ile Kahire’deki diğer Arap sürgünlerinin savaşın başından itibaren öne sürdükleri taleplerle örtüşmesiydi.
Arap gizli cemiyetleri Şerif Hüseyin’i destekliyorsa, Mekke Emiri’nin, Arap Yarımadası’nda sadece kendi alanını temsil ettiği söylenemezdi.
Gizli cemiyetleri el-Faruki’nin belirttiği ve Clayton’un yanılarak kabul ettiği kadar güçlüyseler, o zaman Şerif Hüseyin binlerce Osmanlı askeri ve Osmanlı tebaası adına konuşuyor demekti.
El-Faruki, Clayton ve arkadaşlarını Şerif Hüseyin’e hemen cevap vermeleri konusunda uyardı. Ona göre İngilizler el-Ahd’ın Osmanlı İmparatorluğu’nda bir Arap isyanına liderlik etmesini istiyorlarsa Arapça konuşulan Ortadoğu’nun bağımsızlığını garanti etmeliydiler.
İngiliz İstihbarat Şubesi Kahire Bürosu, Clayton ile el-Faruki’nin konuşmalarını bir rapor halinde Mısır’daki General Maxwell’e gönderiyordu.
General Maxwell, 12 Ekim’de Kitchener’e bir telgraf göndererek düşman hatları arkasında “güçlü bir örgütün” var olduğunu, Hüseyin’in taleplerinin aslında bu örgütten geldiğini bildiriyordu. Ayrıca, bir anlaşmaya varılmadığı takdirde Arapların düşman saflarında yer alacaklarını da iletti.
Temsilcilik Londra’dan el-Faruki’nin taleplerini yerine getirmek için onay isterken bu taleplerin pazarlığa açık olduğunu da bildiriyordu. El-Faruki ilerleyen haftalar ve aylar boyunca oyunun merkezinde yer alacaktı.
Sonunda büyük bir sahtekarlık çıkacak olan bu olayda el-Faruki ülkelerin ve imparatorlukların sınırlarını yeniden çiziyordu. İngiliz Temsilciliği, Mekke Emiri ve Arap milliyetçi liderleri el-Faruki’yi karşı taraflardan birinin adamı olarak görüyordu.
El-Faruki, Şerif Hüseyin’e yazdığı mektupta kendini İngilizlere söz geçiren bir el-Ahd üyesi olarak tanıtıyor, Kahire’de ise Şerif Hüseyin adına konuştuğunu söylüyordu.
Fransızların Suriye’deki taleplerine karşı çıkan Clayton’un açıkladığına göre el-Faruki, Şerif Hüseyin’in Halep, Humus, Hama ve Şam’a Fransa’nın asla izin vermeyeceğini söylemiştir.
Clayton Fransa’nın, Fransız himayesinde Hristiyanların yaşadığı Suriye-Lübnan sahillerinden atılamayacağını biliyordu.
Clayton’un raporlarına dayanan McMahon’ın Dış işlerine gönderdiği açıklamaya göre el-Faruki, Mekke Emiri’nin, batı sınırının denize kadar uzanması isteğinde ısrarcı olmayacağını iletmiş.
Buna karşılık olarak Fransızların Halep, Humus, Hama ve Şam bölgelerini işgal girişimine “silahla” karşı çıkacağını söylemiştir. McMahon ve Clayton bu koşulları kabul etmek için yetki talep istiyorlardı.
Adı geçen kentlerin önemli ortak noktaları bulunuyordu. Demiryolu hatlarını oluşturuyorlardı. Fransızların yaptığı Şam-Hama ve uzantı hattı, Suriye’nin kuzeyindeki Halep’i güneyde Şam’a bağlıyordu.
Şam, Hama, Halep ve Humus, demiryolunun dört ana istasyonuydu. Şam’da güneyde Medine’ye ulaşan Hicaz demiryoluna aktarma yapılırdı. Böylelikle Suriye ile Şerif Hüseyin’in toprakları birbirine bağlanmış oluyordu.
Sir Mark Sykes’ın 1915 Kasım ayında Hindistan’dan Londra’ya dönerken tekrardan Kahire’ye uğraması Clayton için bir şans olmuştu.
Sykes’a el-Faruki hikayesini anlatan Clayton ve arkadaşları kendisine Osmanlı Devleti’nin Arap yarısının Müttefikler lehinde yer alabileceğinine olan düşünceyi aşıladılar.
Sykes Ortadoğu konusundaki bu yeni düşüncesiyle, Clayton’un “zafer anahtarını” Arap ordularının oluşturacağı görüşünü tamamen kabul etmiş oluyordu.
Clayton kendisini, Londra dönüşünde, Kahire’nin, doğudaki savaşı sona erdirmek konusunda Şerif Hüseyin’in Fransızlardan daha önemli olduğu şeklindeki yeni düşüncesini savunmaya ikna etti.
Herbert, Clayton’un yardımıyla, Şam, Halep, Humus ve Hama’nın Hüseyin’e verilmesi için Fransızları bu şehirler üzerindeki iddialarından vazgeçmeye çağıran kuvvetli bir muhtıra hazırladı.
Sykes’ın kabineye getirdiği mesaj, daha önce savaşta bir unsur olarak görülmeyen Arapların şimdi İtilaf Devletleri için ne kadar önemli olduğuydu.
Kahire Bürosu ve Sykes anlamıyor gibi gözükselerse de, Londra’da Hüseyin’e söz vermek için Fransa’nın onayını almanın büyük bedele neden olacağının bilinmesiydi.
Eski Hindistan Valisi Lord Curzon’a göre Araplara herhangi bir söz verilmemeliydi, çünkü kendileri şu an İngilizlere karşı ellerinden geldiği kadar mücadele etmekteydi.
Hindistan işlerinden sorumlu yeni Devlet Bakanı Chamberlain de buna karşı çıkıyordu; ancak Kitchener, Şerif Hüseyin’le anlaşma için Kahire’ye yetki verilmesini istiyordu.
En sonunda Kitchener’ın görüşü galip geldi. McMahon Londra’dan görüşmeler için onay alınca Mekke ile görüşmelere başladı.
Bu arada Hüseyin McMahon’a ikinci bir mektup daha yazmıştı. Bunda McMahon’u, sınırları tartışmaktaki isteksizliği nedeniyle kararsız davranmak ile suçluyordu.
Şerif Hüseyin’e göre bu sınırlar kendi düşüncesi olsaydı o zaman bu durum savaşın sonuna bırakılabilirdi. Ama bunlar kendi talepleri değildi. Bunları düşünenler başkaları, kendi halkıydı.
McMahon, 24 Ekim 1915’te Şerif Hüseyin’e değişik bir düşünce ile cevap verdi. Lord Kitchener’den gerekli sözleri verme talimatını aldığından dolayı belirli toprak ve sınırlar konusunda müzakerelere girdi.
Bir yandan Arapların savaştan sonra bağımsızlıklarına ulaşacaklarını kabul ediyor, ama diğer yandan Arap ülkelerinin idaresini kurmak için Avrupalı danışman ve memurlara ihtiyaç duyulacağını işaret ediyordu.
Görevli olacak memur ve danışmanların da İngiliz vatandaşı olması gereğinde ısrar ediyordu. Savaş sonrası Ortadoğusundaki bir “bağımsız” Arap krallığı, İngiliz himayesinde olmak zorundaydı.
Bağımsız Arap krallığı hangi toprakları kapsayacaktı. McMahon, Şerif Hüseyin’in istediği toprakları dört ana bölüme ayırdı.
Aynı zamanda İngiltere’nin, Şerif Hüseyin’in bunlardan herhangi biri üzerindeki taleplerini desteklemeyi taahhüt edemeyeceğini bildirdi. Bu topraklar şu şekildedir:
Bu duruma göre İngiltere sonuç olarak Şerif Hüseyin’in isteklerini kabul etmeye yanaşmamış oluyordu.
Deneyimli bir bürokrat olan McMahon tamamen tarafsız kalmak gerektiğini anlamıştı.
Sykes ile Fransızlar arasında Ortadoğu’nun geleceği konusunda görüşmeler henüz başlamamıştı. İngiliz hükümetinde hiç kimse Fransa’ya ya da Rusya’ya ne gibi tavizler verileceğini kesin olarak bilmiyordu.
Hüseyin, McMahon’a Halep-Humus-Şam formülünü kabul edemeyeceğini açıklamıştı. Halep ve Beyrut eyaletlerinde ısrar ediyordu.
Fransa’nın Lübnan’daki isteklerinden söz açarak, “Fransa ya da bir başka devlete o bölgede toprak verilemesi söz konusu olamaz,” diyordu. Böylece McMahon’la anlaşmaya varamamış olsa da İtilaf Devletleri’ni desteklemesi gerektiğini anlamıştı.
Şerif Hüseyin’e göre Türkler kendisini devireceklerdi, bu yüzden İngiltere koşullarını kabul etsin ya da kabul etmesin, Türklere karşı isyan etmek zorunda olduğunu düşünüyordu.
İngiltere, Arap bağımsızlığını sadece Padişah’a karşı ayaklandığı zaman destekleyeceği sözünü vermiştir ve Dışişleri Bakanlığı Arapların ayaklanmayacağı düşüncesindedir.
Araplar kendilerine düşen sorumluklularını yerine getirmeyeceklerine göre (iddia böyledir) İngilizlerin de sözlerini tutma zorunluluğu olmayacaktı.
Gizli bir Arap örgütünün lideri olan Aziz el-Masri 1916 yılı başında Kitchener’e mektup yazarak konuya, karşı tarafın yaklaşımını dile getirdi. Bu mektupta İngiltere’nin Arapça konuşulan Ortadoğu’daki amaçlarına ancak halka tam bağımsızlık ve özgürlük verilirse ulaşılabileceğini bildirdi.
El-Masri ve taraftarları İngiltere’den İngiliz hakimiyeti ya da mandası istemiyorlardı. Gerçek bağımsızlık peşinde koşuyorlardı. Eğer kendilerini yönetmeye kararlıysa İngiltere’yi desteklemeyeceklerdi.
El-Masri, İngiliz tutumundaki sahteliği anlamıştı. Kitchener ile arkadaşları Arap desteğini arzuluyorlardı ama bunun karşılığında da Emir Hüseyin’in istediği bedeli ödemeye hazır değillerdi.
Sykes’ın 1915 Aralık ayında hükümete verdiği rapora göre el-Faruki, İngiliz Mısırı’nın Filistin ve Suriye’yi işgale başlaması durumunda bunun bir isyan başlatacağını söylemişti.
Bunun yanında Osmanlı İmparatorluğu’nun Arapça konuşulan eyaletleriyle ordusundaki Arapça konuşan askerlerin İtilaf tarafına geçeceklerini söylemişti.
Problem İngiltere’nin böyle bir harekete yönelik, batı cephesindeki kaynakları kaydırmak için Fransa’nın iznine ihtiyaç duymasıydı.
Şerif Hüseyin, Arapça konuşulan bölgelerdeki halk Fransız amaçlarından korktukları için Müttefiklere katılmaktan tereddüt duyuyorlardı.
Sykes’a göre bu tereddütleri önlemenin yolu Fransa ile müzakerelere başlamaktı. Fransa ile kısa sürede bu sorunlar halledilemezse, Şerif Hüseyin Türkler tarafından devrilebilir ve Kutsal Yerlerde yaşanan bu olaylar gerçek bir Kutsal Savaş başlatabilirdi.
Bu görüş Arapların Fransızlardan daha önemli olduğu sonucunu ortaya koyuyordu. Fransa savaş için bütün olanaklarını seferber etmiş, Şerif Hüseyin’se sadece, Osmanlıya olan bağlılıkları saptırmak konusunda belirsizlikler getirmekteydi.
Sonuç olarak İngiliz hükümeti, Sykes’ın gerekli olduğuna inandığı tavizleri kopartabilmek için Fransa ile müzakerelere başlama kararı aldı.
Böylece Teğmen el-Faruki’nin aldatmasının sonuçları sadece McMahon mektupları değil; daha da önemlisi, Fransa, Rusya ve daha sonra İtalya’yla, Sykes-Picot-Sazanov Antlaşması’nın ve bunu takip eden gizli antlaşmalarının yolunu açan müzakereler başlanılması oldu.
Fransız temsilcisi Picot, Londra’ya gelerek görüşmelere 23 Kasım 1915’te başlamıştı. Sykes aralık ayında Londra’ya döndüğü zaman tarafların arasında görüşmeler tıkanma noktasındaydı.
Aralık ayı sonunda İngiliz hükümeti görüşmelerin sağlıklı şekilde devam etmesi için görüşmelere Sykes ile devam etme kararı aldı.
Picot, sömürgeci bir Fransız ailesinden geliyordu. Picot, 1915’te Paris’te, Ortadoğu konusunda İngiltere’ye taviz vermeye hazır bakanlara karşı bir kampanya başlatmıştı.
Parlamento da Fransız Suriyesi lideri Pierre-Etienne Flandin’in 1915’te yayınladığı Suriye ve Filistin konulu rapor, Fransa politikasında “Suriye Tarafı”nın bildirisi oldu; bu, Picot’un savunuculuğunu yaptığı taraftı.
Flandin, Suriye ile Filistin’in yüzyıllardır, Ortadoğu’nun Fransasını oluşturacak derecede Fransa tarafından biçim verilmiş tek ülke olduğunu iddia ediyordu.
Flandin’e göre bu ülkenin potansiyel zenginliği çok büyük olduğundan, Fransa’nın o bölgeye sahip olması tarihi olduğu kadar ticari açıdan da çok önemliydi. Aynı zamanda bölgenin stratejik önemi de bulunuyordu.
Fransa Şam’ın başka bir ülkenin etkisine girmesine asla izin vermeyi düşünmüyordu. Aslında Fransızlar kendilerini aldatıyorlardı. Maruniler dışında Suriye’de okumuş sınıflar arasında Fransız egemenliğine karşı da yoğun bir tepki vardı.
Picot, İngilizlerden istediği tavizleri elde etme stratejisinin planlarını kendisi hazırlamıştı. Buna göre Picot, Fransanın ekonomik etkinliğini yükseltmek için zayıf konumda olan Osmanlı İmparatorluğu’nun bütününü korumayı tercih ediyordu.
Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmesi kaçınılmaz olacaktı. Bu yüzden Fransa, Suriye ile Filistin’in kontrolünü ele almalıydı.
Fransız Dışişleri Bakanlığı iç Suriye’yi denetlemenin Fransız kaynaklarını zora sokacağını biliyordu. Picot ve Fransa’nın en çok arzuladığı konu doğrudan doğruya Fransız egemenliğini sadece Akdeniz kıyılarına ve genişletilmiş bir Lübnan’a uygulamaktı.
Ayrıca Suriye’nin kalanında kukla Arap hükümetleri ile denetim altına almaktı. Picot’un düşüncesi göre Suriye’nin tamamı üzerinde yönetim için ısrar edecek, daha sonra bu isteği azaltınca ödün verdiğini iddia edebilecekti.
Picot gizlice Musul’u elde etme planları yaparken Sykes ve Kitchener’ın da Musul’u kendisine vermeyi planladığını bilmiyordu. Kitchener ve Sykes, Fransız etki sahasının Akdeniz kıyılarından doğuya, Rusların elinde olan yerlere kadar uzanmasını istiyorlardı.
Fransız bölgesi İngiltere için Rusya’ya karşı bir kalkan oluşturacaktı. Fransa ve Rusya birbirlerini dengeleyecekler ve Fransız Ortadoğu’su, Çin Seddi gibi, İngiliz Ortadoğusunu Rus saldırılarından koruyacaktı.
İngilizler, Picot’un tüm Suriye’de doğrudan Fransız yönetimi iddiasından taviz vermeyeceğinden çekinmekteydi. Fransa ise Suriye’nin hiçbir yerinde, hatta kıyı Lübnan’ında bile yönetimi almalarına izin verilmeyeceğinden korkuyorlardı.
Sonunda Sykes da, Picot da birbirlerinden istediklerini elde ettiler. Fransa, Büyük Lübnan’ı yönetecek ve Suriye’nin geri kalan yerlerinde de ayrıcalıklı konumunu devam ettirecekti. Sykes, Musul’a kadar olan uzanan bir bölgede Fransız etkinliğini vermeyi, Picot’ta bunu almayı başarmıştı.
Tek engel Filistin olmuştu. Sykes, Filistin’i İngiltere’nin almasını istiyordu; Picot ise bölgeyi Fransa’nın almasında kararlıydı. Taraflar arasında en sonunda bir anlaşma varıldı. Buna göre:
Sykes ve Picot’un aralarında yaptıkları bu anlaşma Arap İsyanı ilan edildikten sonra geçerli olacaktı.
İngiltere’nin Kahire Arap bürosu, Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkacak bir Arap isyanını umutla beklerken, Türklerle savaşta felaketle sonuçlanacak bir başka girişimin neticelendirilmesinde, İngiliz Hindistanı yardıma çağrıldı.
Londra, 1914 sonbaharında, Osmanlı savaşı başlamadan önce Hindistan’dan, İngiltere’nin İran’dan gelen petrolünü korumak için Basra Körfezi’ne bir yedek birlik yollamasını istemişti. Bu birliğin ilk hedefi, Abandan adasındaki petrol rafinerisini korumaktı.
Basra cephesi Osmanlıların Bağdat yakınlarındaki başlıca asker ve malzeme yığınaklarından çok uzak olduğu için Türk direnişi oldukça zayıftı. Hindistan’dan gelen İngiliz birlikleri Basra’da durumu kuvvetlendirirken, Türk saldırılarını da kolayca püskürttü.
Türk birliklerinin geri çekilmesi üzerine aşağı Mezopotamya’nın bataklıklarına doğru ilerleyen ordunun komutanı, Nixon’du. Nixon, belli bir hedef belirlemeden, Tümgeneral Townshend’i yeni zafer peşinde yukarılar gönderiyordu.
Lojistik bakımdan oldukça eksik olan İngiliz birlikleri, Dicle Nehri boyunca ilerlemeye çalışıyordu. Townshend az sayıda olan kuvvetlerinin yarısını kaybetti. 25 Kasım’da da çekilmeye başladı.
Townshend, yorgun olan askerlerinin güney bölgesine kadar gidebileceklerine karar verdi. Arkadan gelen Türk birlikleri ile savaşarak 160 kilometrelik yolu bir haftada alıp 1000 kayıp verdikten sonra Kut’ül Amare’de bekleyip savaşmaya karar verdi.
Kut, Dicle Nehri’nin bir kıvrımında üç tarafı suyla çevrili bir köydü. Townshend oraya sığınıp dördüncü kıvrıma siper kazdırdı. Böylece, kendisini bir mevziye kapatmış oldu. Türk birliklerinin mevziden içeriye girmeleri de, kendi birliklerinin de dışarı çıkması zorlaştı.
Kut’taki garnizon 26 Nisan 1916’da son yemeklerini de tükettikten sonra Londra’daki Savaş Bakanlığı Townshend’e bir teslim anlaşmasında arabuluculuk yapmaları için Herbet ile Lawrence’ın yardımlarını önerdi.
Townshend’in kuvvetleri, Bağdat’a hareketleriyle teslim olmaları arasında geçen sürede 10.000’den fazla kayıp vermişlerdi. Kut’tan kurtarılmaları için İngiliz kuvvetlerinin verdiği kayıp ise 23.000 kişiyi bulmuştu.
İngiliz yetkililerinin beceriksiz olarak gördükleri ve Arap Bürosu’nun 1916’da iç ihanet yoluyla önerdiği Osmanlıların İngilizlere tattırdığı bir başka ulusal aşağılanma da bu oldu.
Mekke Emiri Hüseyin, Türklerin kendisini devireceklerini öğrendiği zaman isyana başlanmasını emretti. Şerif Hüseyin için bu daha çok, yenilginin kabulü sayılırdı. Politikası, tarafsız kalmak ve her iki taraftan rüşvet almak olmuştu.
İtilafçılara Türkler tarafından devrilme tehlikesi nedeniyle yanaşmıştı. İleride devrileceğinin anlaşılmasının ardından, oğlu Faysal aracılığıyla Şam’daki başkaldırının, Cemal Paşa tarafından ezilmeye başlanması üzerine yeni tehlikelere maruz kalmıştı.
Cemal Paşa, Beyrut ve Şam’daki Fransızlardan aldığı belgelere dayanarak Arap isyancılarının ve bir İngiliz ajanının adını öğrenmişti. İhanettle suçlanan 11 kişi 1915’te idam edildi. Devam aylarda tutuklamalar oldu, yargılamalar sürdü.
Şerif Hüseyin 1916 Nisanında Cemal Paşa’dan, Osmanlı kuvvetlerinin Hicaz’dan geçerek Arabistan Yarımadası’nın ucuna gideceğini ve orada bir telgraf istasyonu kuracaklarını öğrendi.
Osmanlı kuvvetleri, Şerif Hüseyin’i yenecek kadar kuvvetliydi. Şerif Hüseyin bu haber üzerine telaşlandı; kendisinin harekete geçmesi gerektiğini düşündü. Hicaz isyanı 5-10 Haziran 1916 arasında bir tarihte ilan edildi.
İngiliz donanması Hicaz kıyısına yanaşarak Alman–Türk birliğinin daha ileri gitmesini önledi. Arap Bürosu isyanın, Arapça konuşulan İslam dünyasında destek bulacağına inanıyordu. Hepsinden de önemlisi, isyanın Osmanlı ordusunda destek bulacağına inanmalarıydı.
Sonuç olarak el-Faruki’nin Şerif Hüseyin’e katılacağı sözünü verdiği güçlü gizli askeri örgüt ortaya çıkmadı. Hüseyin’in ordusu İngiliz parası ile desteklenen birkaç bin aşiret mensubundan oluşuyordu.
Düzenli bir ordusu yoktu. Hicaz ile komşu aşiretler dışında Arapça konuşan dünyada Şerif Hüseyin’e herhangi bir destek göze çarpmıyordu.
Şerif Hüseyin’in silahlı kuvvetlerine katılan ve Hicazlı olmayan bazı subaylar da İngiliz kontrolündeki bölgelerde yaşayan savaş tutsakları ya da sürgünlerdi.